January 14, 2025

Tekin Yayın Dağıtım San.Tic.Ltd.Şti

Mimar Sinan Mah. Atlas Çıkmazı Sk. No:7 Üsküdar/İstanbul

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Elif Akkaya

Telefon

0216 323 20 20

E-mail

info@tekinyayinevi.com.tr

Website

Tekin Yayınevi

Teknik Sorumlu

Tetris Teknoloji

Mustafa Şener: “Avcıoğlu’nun en değerli mirası, sınıfsal bakış ve iktidar hedefi”

Mustafa Şener: “Avcıoğlu’nun en değerli mirası, sınıfsal bakış ve iktidar hedefi”

Siyaset bilimci, akademisyen, yazar Doç. Dr. Mustafa Şener, 2010’da Yordam Yayınları etiketiyle çıkan “Türkiye Solunda Üç Tarz-ı Siyaset / Yön, MDD ve TİP” adlı kitabında Doğan Avcıoğlu’nun Yön/Devrim hareketine 100 sayfalık bir bölüm ayırmış, bu hareketi bilimsel bir nesnellik ve titizlikle incelemişti. Doç. Dr. Şener, Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni yapıtında o günün Türkiyesine dair yaptığı tespitlerin pek çoğunun bugün geçerliliğini koruduğunu belirterek, “Dolayısıyla bugünün gençlerinin de hâlâ Türkiye’nin Düzeni’nden öğrenebilecekleri çok şey var. Avcıoğlu okulundan bize kalan mirasın en değerli kısmı ise elbette ki sınıfsal bakış açısı ve iktidarı fethetme hedefidir” diyor. Şener, sorularımızı yanıtladı…

-Yeniden basılan ve üzerinde yoğun bir biçimde yeniden tartışılan “Türkiye’nin Düzeni” kitabı ve Doğan Avcıoğlu sizce 2024’te neden önemli? Neyin eksikliğini kapatmaya çalışıyor bu kitap veya onun sayesinde bugün nelerin “gereğinden çok fazla olduğuna” dikkat çekmek mümkün oluyor? “Türkiye’nin Düzeni” diye bir şeyden söz edebilir miyiz bugün?

MUSTAFA ŞENER – “Türkiye’nin Düzeni” basıldığı yıllarda çok büyük etki yaratmış, üst üste yeni baskılar yapmıştı. 1960’lı yıllarda sol ve sosyalizmin büyük yükselişinde Doğan Avcıoğlu’nun ve Yön dergisinin büyük katkısı göz ardı edilemez. İşte “Türkiye’nin Düzeni”, Yön dergisinde Avcıoğlu ve arkadaşlarının öne sürdüğü siyasal tezlerin, tarihsel boyutun daha da derinleştirilerek derlenip toparlanmasıydı bir bakıma. Yön dergisi baştan beri TİP ile ayrı bir siyasal hattaydı ama 1965’ten sonra şekillenecek Milli Demokratik Devrim (MDD) hareketiyle ideolojik ve politik bakımdan daha çok ortak noktalara sahipti. Fakat 1968’in sonlarından itibaren sosyalist harekette büyük bir kırılma yaşandı. Avcıoğlu, “Türkiye’nin Düzeni” ile değil ama daha sonra çıkaracağı Devrim dergisiyle kendi yolunu diğer sosyalist akımlardan ayırdı. MDD ve TİP kendi içlerinde bölünmeler yaşandı vs. Bunları şunun için söyledim aslında; “Türkiye’nin Düzeni” 1960’ların son yıllarında sadece Avcıoğlu’nun siyasi stratejisini benimseyenleri değil solun hemen tamamını çok derinden etkilemişti. Özellikle MDD’ci saflarda bu etki çok net biçimde gözlemlenebiliyordu.

“AVCIOĞLU, MARKSİST METODOLOJİYİ KULLANMIŞTIR”

Avcıoğlu’nun bu kitabı o günden sonra da önemini hiç kaybetmedi denilebilir. Sosyalist hareketin pek çok bileşeni bu kitabı uzun süre eğitim çalışmalarında kullandı. Bu kitaptaki pek çok tez çeşitli akademik çalışmalarda da şöyle ya da böyle tartışıldı. Avcıoğlu ve Yön Hareketi üzerine akademik tezler yazıldı. Kısaca belki şöyle ifade edebiliriz; “Türkiye’nin Düzeni” Türkiye’nin o gün yaşadığı siyasal ve ekonomik sorunları,  büyük ölçüde Marksist metodolojiyi kullanarak kendi içinde tutarlı bir şekilde analiz ediyor ve çözüm olarak da kapitalizm dışı bir kalkınma yolu öneriyordu. Çeşitli sebeplerle bu yola doğrudan sosyalizm demiyordu Avcıoğlu, ona göre sosyalizme geçebilmek için önce belli aşamaların kat edilmesi gerekiyordu çünkü… Ama kitabı okuyanlar çoğunlukla bu yolun kestirme bir biçimde sosyalizme çıkması gerektiğine ikna oluyorlardı. Neyse, burası uzun bir tartışma…

Kitabın bugün gördüğü ilgiye gelirsek… Aslında Avcıoğlu’nun bu kitapta ileri sürdüğü siyasi tezler Türkiye’de Kemalist ve sosyalist çevrelerin belli kesimlerinde geçerliliğini neredeyse hiç kaybetmedi. Fakat Avcıoğlu’nun bu kitapta önerdiği çözümler ve siyasal strateji sonradan epeyce gözden düştü. Özellikle “zinde güçler” teorisi 12 Mart ve arkasından 12 Eylül’de ağır bir “darbe” aldı. Zaten Avcıoğlu’nun bizzat kendisi de 12 Mart’tan sonra bu yoldan devam etmemişti. Fakat o günden bu yana Türkiye’nin düzeni değişmedi. Yani Avcıoğlu’nun o kitapta o günün Türkiye’sine dair yaptığı tespitlerin pek çoğu bugün geçerliliğini koruyor. Kapitalizmin yarattığı sorunlar, emperyalizme bağımlılık, sömürü, laiklik sorunu vs. Dolayısıyla bugünün gençlerinin de hâlâ “Türkiye’nin Düzeni”nden öğrenebilecekleri çok şey var.

Yalnız şunu da söylemek lazım, kitap o dönem için çok önemliydi ama bugün için eskiyen ve aşılan yönlerinin olduğunu kabul etmek lazım. Marksizm o günden bu yana gelişmeler kaydetti, emperyalizm teorisi yenilendi, tarih anlayışı gelişti, o zaman için Türkiye’de çok ön plana çıkmamış olan pek çok alanda yeni sorunlar tarif edildi; çevre sorunu, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve feminizm, lgbti hakları vs. Tabii özellikle de Kürt sorunu bambaşka bir noktaya geldi… Kısacası sorunlar da çözümler de çok daha karmaşık bir hale geldi hem Türkiye’de hem de dünyada. Bu çerçevede “Türkiye’nin Düzeni”ne bugünkü ilgi bir yandan sevindirici ama bir yandan da artık o kitaba her şeyin reçetesi gözüyle bakmamak lazım.

Bence “Türkiye’nin Düzeni”ne yönelik bugünkü ilginin olumlu tarafı, genç kuşakların yeni bir arayış içinde olduğunu göstermesidir. Yeniyi aramak bazen eskinin hatırlanmasını ve yeniden yorumlanmasını gerektirir. Herhalde gençler böyle bir yol tutmuş olmalı çünkü şu anda Türkiye çok büyük ekonomik, siyasal ve sosyal sorunlar içinde boğuluyor ve elde bir kurtuluş reçetesi yok. Avcıoğlu 1960’lar Türkiye’si için bir bakıma bir reçete yazmıştı, bugün ona dönüp bakmak kesinlikle faydalıdır ama aradan geçen zamanı ve değişen Türkiye, dünya, kapitalizm, emperyalizm meselelerini de iyi kavramak koşuluyla.

“Türkiye’nin Düzeni”nden ve genel olarak Avcıoğlu okulundan bize kalan mirasın en değerli kısmı ise elbette ki sınıfsal bakış açısı ve iktidarı fethetme hedefidir. Avcıoğlu o dönemde Türkiye’yi kapitalist emperyalist tahakkümden kurtaracak yolun doğrundan işçi sınıfı önderliğinde verilecek bir sınıf mücadelesi olduğuna ikna olmamıştı ama Türkiye’de yaşanan her şeyin sınıfsal olduğunu ve öyle ya da böyle ülkede bir sınıf mücadelesinin her zaman varolduğunu sürekli tekrarlamayı da hiç ihmal etmiyordu. Şu veya bu şekilde bir an önce iktidarı fethetmek ise kurtuluşun tek yoluydu. Tabi burada şu veya bu şekilde dediğim yerin uzunca açılması gerekiyor ama sanırım bunun tartışılması bu söyleşinin boyutlarını epeyce aşacaktır. Fakat bir cümleyle şunu da söylemiş olalım, iktidar hedefinin karşısında yer alan ve Türkiye’de 1980’lerden sonra ortaya çıkan “sivil toplumculuğun” bugün geldiği yerin sefilliği de ortada.

-Türkiye’nin Düzeni ve Avcıoğlu, AKP’nin toplumu tümüyle fethetmesine engel olan bir tür “halk kemalizmi”ne teorik stepne olabilir mi? Bu teorik temeli geçmişten aramak mantıklı mı? Yoksa burada sosyalizmle Türkiye aydınlanması (veya laik-toplumcu düzen) arasındaki geçişliliğe/devamlılığa bir örnek mi buluyoruz?

MUSTAFA ŞENER – Şimdi, Türkiye’de Kemalizmin AKP’li yıllarda resmi vesayetten kurtularak bir halk Kemalizmine dönüşmekte olduğu söylenebilir mi? Cumhuriyet’in ve özellikle de laikliğin, hatta geniş anlamda “modern yaşam tarzının”  tehdit altında olması son 20 yıldır halk kitlelerinin Kemalizmle kurduğu ilişkiyi bir ölçüde etkiledi ve bu ilişkiyi değiştirdi. Kemalizm halkın kavrayışında, sadece okullarda ezberlenilen bazı marşların ve “gardırop Atatürkçülüğünün” ötesine geçmeye başladı. Çünkü sosyalizmin uzun süredir reel bir seçenek olmaktan çıktığı Türkiye’de Kemalizm halkın bir kesiminin kendisini, yaşam tarzını ve dünya görüşünü koruyabileceği ya da savunabileceği tek pratik seçenek olarak görüldü. Neredeyse bir son kale, sığınılabilecek son liman. Bunu Yalçın Küçük’ün o çok bilinen sözüyle de tekrarlayabiliriz. Ne demişti Yalçın hoca, daha AKP filan yokken, ta 1980’lerde, “Kemalizm bizi ileriye götürmez ama biz de Kemalizmden geriye düşmeyiz.” Bence 1990’ların ikinci yarısından itibaren dinci gericiliğin yükselmesi karşısında bizzat Yalçın hocanın kendisi de hayatını bu ilkeye göre yeniden düzenlemeye başlamıştı: Bu sözü bilsin ya da bilmesin halkımızın modernleşmeci bir bölümü de bu sırada Kemalizmi bir savunma hattı olarak kullanmaya çalıştı. Bu anlamda bir “halk Kemalizminin” doğuşundan bahsedilebilir belki. Ama arada bir parantez olarak söyleyelim, bu, aslında bizzat Avcıoğlu’nda simgeleşen 1960’ların sol Kemalizminden daha geri bir noktaydı aslında. 1980’lerin sonunda SSCB’nin çökmesiyle resmileşen sosyalizmin yenilgisi ve ardından gelen Neoliberal ideolojik saldırı zaten bir ölçüde sosyalizmden beslenen sol Kemalizme de bir darbe vurmuştu. Bu çerçevede “halk Kemalizmi” dediğimiz şey sol Kemalizmdeki teorik arkaplandan da mahrum olarak ortaya çıktı. Sol Kemalizm ataktı, değiştirme-dönüştürme çabasıydı, “halk Kemalizmi” ise savunmacıydı. Fakat doğrusunu söylemek gerekirse artık ortada savunulacak pek bir şey de kalmamıştı ve dolayısıyla da bir yerde tutunamadı.  

Belki, dediğiniz gibi, “Türkiye’nin Düzeni” etrafında ya da çeşitli başka yerlerde ve biçimlerde bir Kemalizmin canlanmasından bahsedeceksek, bu kesinlikle ve ancak çok büyük bir yenilenmeyle mümkün olabilir. Avcıoğlu bu yenilenmede elbette bir dayanak noktası olabilir, ama yetmez. Yurt ve dünya sorunları 1960’lardan beri çok çeşitlendi, çok farklılaştı. Sosyal teoriler hiçbir zaman sıfırdan başlamazlar belki ama dönem dönem paradigmalar değişir, teorik kopuşlar yaşanır. Aslında Yalçın hoca (Küçük) bunun da canlı bir örneğiydi, 1980’li yıllar boyunca ve belki 1990’ların ortalarına kadar Kemalizmi teorik olarak da pratik olarak da aşmayı denedi, meseleyi Avcıoğlu’nun bıraktığı yerden aldı ama onun görmezden geldiği bazı sorun alanlarını yeniden ve yeni bir teorik bakışla çerçeveye  dahil etmeye çalıştı, bu anlamda Kemalizmden tam bir kopuşu değilse de onu aşmayı denedi. Bu yolda epeyce de mesafe kaydetti, Kemalizmin bazı günahlarıyla hesaplaştı vs.  Ama 1990’larda artık Kemalizmin de tehlikede olduğunu, İslamcı iktidarlar altında Türkiye’nin bir ortaçağ’a sürüklendiğini görünce (hocaya göre aslında aynı yıllarda tüm dünyada Ortaçağ hortluyordu zaten), savunma hattının yeniden Kemalizm çerçevesinde kurmak gerektiğini düşündü ve orada sipere yattı. Ne yazık ki hayatın Avcıoğlu’nu da Yalçın hocayı da bugüne kadar doğrulamadığını kabul etmeliyiz. Çok ayrıntıya giremiyoruz ama bugünün dünyasında karşı karşıya bulunduğumuz saldırılara karşı Kemalizm bize çok da güçlü savunma araçları sağlamıyor. Yine de şunu da görmek lazım, o savunma hattının Kemalistlere ihtiyacı var; fakat gerçekten yenilenmiş, Kürt sorunu gibi bazı çok önemli alanlarda prangalarından kurtulmuş, en güçlü yanıymış gibi görünen ama aslında zayıf karınlarından biri olan laiklik anlayışını yenilemiş, bürokratik ve üstenci tarzını tamamen demokratikleştirmiş Kemalistlere. Ha, bu kadar dönüşmüş bir ideolojiye hâlâ Kemalizm denilebilir mi derseniz, bence bir sakıncası yok. Kemalizm 1960’larda çok büyük bir dönüşüm geçirmişti zaten, neden bir daha geçirmesin. Zaten çoktandır bir boş gösterene dönüşmüş durumda, bundan sonrası içini kimin nasıl dolduracağına bağlı. Bence “Türkiye’nin Düzeni” bugün ancak bu bağlamda okunur ve yorumlanırsa anlamlı olur.

“AVCIOĞLU KEMALİST DEĞİL SOSYALİSTTİR”

-Radikal cumhuriyetçi bir düşünür olarak Doğan Avcıoğlu’nun basit bir darbeci, bu arada Türkiye soluna son 30 yılda iyice sızan yeni moda bir linçle “Kürt düşmanı” olarak tanımlanması mümkün mü? Avcıoğlu Türkiye solundaki hangi vitaminlerin eksikliğine erkenden dikkat çekmiş oldu sizce? İktidar hırsı ve ona yönelik örgütlenmenin dışında hangi boşlukları öne çıkarmış sayılmalıdır? Dinciliği Türkiye’de iktidar yapan liberalizme karşı ülkemizdeki en etkili panzehirlerden birinin ve belki de birincisinin Avcıoğlu solculuğu (veya onun “radikal kemalizmi”) olduğunu söylemek, abartı mı olur?

MUSTAFA ŞENER – Ben yıllar önce yazdığım doktora tezimde Avcıoğlu’nun basitçe bir cuntacı ya da darbeci olarak nitelendirilemeyeceğini kanıtlamaya çalışmıştım, ilgi duyanlar işin bu kısmını ayrıntılı olarak Yordam Kitap’tan çıkan “Türkiye Solunda Üç Tarzı Siyaset” kitabımdan okuyabilirler. Avcıoğlu, özellikle Devrim dergisi döneminde (1969-71) ordu içindeki cuntalarla iletişime geçmiş ve onlardan “devrim”in önünü açacak bir hareket beklemiştir ama bu bir anlamda mecburi bir cuntacılıktır. Çünkü Avcıoğlu aslında Kemalist de değil sosyalisttir ve sosyalizmin ordu ya da bürokrasi eliyle kurulamayacağının çok iyi farkındadır. Fakat Türkiye’de işçi sınıfı öncülüğünde bir devrimin en azından kısa vadede gerçekleşemeyeceğini düşünmektedir ve devrimin, örneğin TİP gibi bir partinin işçi sınıfını örgütleyip de devrime kanalize edeceği kadar geniş, uzun bir zamanı bekleyemeyeceğine inanmaktadır. Çünkü ona göre kısa zaman içerisinde iktidar bir şekilde sol ya da ilerici güçler tarafından alınmazsa zaten faşizmin eli kulağındadır ve sol hareket büyük bir yenilgiye uğramak üzeredir. Üstelik ordu içindeki “sol” cuntalar Avcıoğlu’nun bizzat kurduğu ya da harekete geçirdiği oluşumlar değil, ondan tamamen bağımsız olarak ortaya çıkmış gruplardır. Avcıoğlu bu durumda küçük de olsa bir imkân, bir ihtimal görmektedir ve bu ihtimali değerlendirmek istemiştir. Yoksa zaten ordunun üst kademelerinin düzen yanlısı olduğunu bilmektedir, Yön sayfalarında ordunun nasıl Natocu bir ordu haline geldiğini, OYAK gibi kurumlar eliyle nasıl kapitalist düzene bağlandığını defalarca yazmıştır. Bu anlamda belki oldukça pragmatist olduğu söylenebilir. Nitekim 9 Mart’ta o küçük ihtimal gerçekleşmemiş ve ordunun Natocu kanadı duruma el koymuş ve daha sonra da ordu içindeki sol eğilimli bütün kadroları itinayla tasfiye etmiştir. Bir de o günleri değerlendirirken bugünün bilgisiyle bakıldığında ordudan bu kadarcık beklentinin bile afaki olduğu söylenebilir elbette ama unutmayalım ki 1969’da dünya bugünkü gibi görünmüyordu, Yalçın hocanın deyimiyle Nasır’ın yıldızı henüz sönmemişti, Ortadoğu ve Afrika’nın çoğu ülkesinde anti-emperyalist, “ilerici” bürokratik yönetimler iktidardaydı ve Sovyetler de bu ülkelerle iyi ilişkiler içindeydi. Hatta literatüre “Afrika sosyalizmi” diye bir kavram girmişti…

Kürt meselesine gelince, Avcıoğlu elbette bir Kürt düşmanı değildi. Yön dergisinde daha 1962 yılından itibaren Kürt meselesiyle ilgili yazılar çıkıyor, kimileri daha sonra Kürt hareketinde önemli isimler olarak karşımıza çıkacak olan bazı isimlerin okuyucu mektupları yayınlanıyordu. Fakat şunu da belirtmek lazım ki bu yazı ve mektuplarda sorun daha çok bir feodalizm ve geri kalmışlık sorunu olarak ele alınıyordu, ulusal bir sorun olarak değil. Ama o zamanlar henüz Kürt aydınlarının büyük çoğunluğu bile sorunu bu şekilde tarif ediyordu. Ha, Avcıoğlu’nun bu tür konulardaki tavrı Devrim dergisi döneminde bir ölçüde değişti. Çünkü 1969-70’e geldiğimizde Avcıoğlu için artık önemli olan tartışmaktan ziyade eyleme geçmekti ve eyleme geçmesi muhtemel güçleri ürkütmeyen bir dil kullanmak zorunluydu. Nitekim Devrim’de sadece Kürt sorunu gibi “netameli” konularda değil sosyalizm konusunda da bir geri çekilme görülür. Yön’de sosyalizm çok daha net bir şekilde savunulurken, Devrim’de hedef sosyalizmden ziyade bir tür ulusal kurtuluşçuluktur.

“KEMALİZM DOĞRU BİR LAİKLİK ANLAYIŞINA SAHİP DEĞİLDİ”

Liberalizme karşı Avcıoğlu’nun, sizin deyiminizle, “radikal Kemalizmi” bir panzehir olabilir mi? Avcıoğlu’nun aydınlanmacı yönü çok baskındır ve bu anlamda laiklik konusunda da oldukça radikaldir, bunda kuşku yok. Ancak ben Kemalist laikliğin de, onun radikal yorumunun da yeniden ele alınması ve geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Şimdi siyasal İslam tehlikesini yaşayınca Kemalizmin laikliği bize çok değerli gibi görünüyor ama soruna biraz daha derinden bakınca Kemalizmin bu konudaki eksik ve hatalarının da bu krizin sebeplerinden biri olduğu anlaşılabiliyor. Kısaca söylersek Kemalizm aslında doğru bir laiklik anlayışına sahip değildi. Sünni İslamı esas alan bir sistem kurmuştu, yaratmak istediği “makbul vatandaş” Türk ve Sünni, hatta onun da Hanefi mezhebindendi. Bunu sadece Diyanet İşleri Başkanlığının tarihine ve uygulamalarına bakarak rahatlıkla tespit edebiliriz.  Zaten bize bir panzehirden daha fazlası lazım. Kürt meselesini de laiklik sorununu da eşitlikçi ve özgürlükçü temelde yeniden kurgulamak gerekiyor. Kısaca söylemek gerekirse, dönmeyi arzu edeceğimiz kadar parlak bir geçmiş yok arkamızda, ileriye bakmalıyız. Eskinin restorasyonu bize bir özgürleşme ve kurtuluş vaat etmekte çok yetersiz kalır.  Cumhuriyet’i demokratik ve sosyal bir Cumhuriyet olarak yeniden kurma perspektifiyle mücadele etmeliyiz.

-Türkiye’deki devrimci hareketi vuran, bunu da önce medyayı elinde tutarak yapan liberallerin bir merkez karargâhı var: Birikim. Bu karargâhın tüm versiyonlarıyla uzak tutulduğu, gerçekten sosyalist bir öfke ve eylem tutkusu içeren çevrelerde bile Avcıoğlu’nun yeterince anlaşılabildiği söylenemez. Bu anlayış eksikliğinin kaynakları sizce nerede? Liberal ideolojilerde mi?

MUSTAFA ŞENER – Küresel ölçekte 1970’lerin ortalarından itibaren yükselen neoliberal hegemonya, bizde, 12 Eylül  darbesinin bu hegemonyaya karşı koyabilecek bütün güçleri zor yoluyla dağıtması ve ezmesiyle 1980’lerde kuruldu.  Turgut Özal’ın bu yoldaki büyük cengâverliğinin ve adanmışlığının da altını çizmek lazım. Sonra da işte sosyalist bloğun çökmesiyle 1990’larda (neo)liberalizm kendi kesin zaferiyle birlikte tarihin sonunu da ilan etti. Bunu aynı zamanda artık sınıf mücadelelerinin de bittiği şeklinde anlamamız ve kabul etmemiz bekleniyordu.

1980’lerin sonunda yeniden yayımlanmaya başlanan Birikim dergisi bu (neoliberal) hegemonyanın kurulmasında bir rol oynadı gerçekten de. Belki ondan önce Murat Belge ve arkadaşları tarafından yayınlanan Yeni Gündem dergisini de bu çerçevede anmak gerekebilir. Bu dergilerin o dönemde özellikle sol içinde ciddi bir tahribat yarattıkları söylenebilir. Ama entelektüel camiada ve medya dünyasında çok daha geniş bir çevre neoliberal dalgaya kapılmıştı. Bu rüzgâr 2000’li yılların başlarına kadar esmeye devam etti. Bir bütün olarak dünya solu, sosyalist ülkelerin çökmesinin şaşkınlığı içindeydi ve özellikle bu ilk yıllarda neoliberal saldırıya gerektiğince karşı koyamadı. 21. Yüzyılın ilk yıllarından itibaren bu dalga bir ölçüde güç kaybettiyse de, sol ve sosyalist cephede açılan tahribatın daha sonraki yıllarda tümüyle tamir edilebildiği söylenemez. Uzun ve belki başka bir tartışma konusu ama ben bugün sosyalist cenahta liberal virüsün hâlâ ciddi biçimde etkili olduğunu düşünüyorum. Sadece bir cümleyle söyleyip geçelim, örneğin birkaç hafta önce Suriye’de siyasal İslamcıların iktidara gelmesi karşısında solun gösterdiği ya da gösteremediği tepkilerde bu virüsün etkisi kolaylıkla gözlemlenebilir.

Ama solun içinde bulunduğu durumun tüm günahını da neoliberal aydınlara yükleyerek sorumluluktan kurtulamayız. Küresel ölçekte sosyalist hareket büyük bir kriz yaşıyor ve bu krizde kendi geçmiş hatalarının da bir payı var. Reel sosyalizmin, kimi alanlarda önemli kazanımlara yol açsa bile genel ölçekteki başarısızlığı, bizim ülkemizdeki solun aşırı derecede bölünmüş ve parçalı yapısı, geçmişteki sol içi çatışmalar ve bunların halk nezdinde yarattığı güvensizlik duygusu, teorik ve ideolojik yenilenmede geç ve yetersiz kalma vs. Kabul etmek gerekir ki devasa sorunlarımız var ve yenilenmek zorundayız.

“DEVRİMCİ DOĞAN’IN ÇALIŞKANLIĞI VE İNADI BİZE İLHAM VEREBİLİR”

Avcıoğlu bu çerçevede bize başlangıç için bazı yararlı kalkış noktaları sağlayabilir. Özellikle net bir biçimde anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir çizgide durması, o dönem için güncel görmese bile nihai hedef olarak sosyalizmi benimsemiş olması ve elbette bunun bir iktidar sorunu olduğunda ısrar etmesi bugün en azından nereden başlamamız gerektiği konusunda net bir fikir verir. Fakat yukarıda da söylediğim gibi bugün teorik ve politik olarak daha fazlasına ihtiyacımız var ve çok zorlu görevler bizi bekliyor. Ama bu açıdan da “devrimci Doğan”ın yorulmak bilmez çalışkanlığı, enerjisi ve inadı bize ilham verebilir. 

-Türkiye’de 1923’ün tarihsel meşruiyetinin altını çizen ve buradan sol bir cumhuriyet projesine yürüyen Avcıoğlu’nun yarım yüzyıl önce önerdiği çözümlere dönüş önermek, acaba onu doğru anlamak mıdır? Yoksa onun açtığı kapıları genişletmek, bulgu ve saptamalarından hareketle yeni sosyalist bir yol mu inşa etmek gerekiyor? Nasıl?

MUSTAFA ŞENER – Bu sorulara yukarıda kısmen yanıt verdiğimi düşünüyorum. Burada sanırım tekrarlamak gerekmiyor. Elbette burada söylenenler çok yeterli değil, belki daha büyük tartışmalar için sadece başlangıç niteliğinde bazı küçük ipuçları içeriyor ama birkaç sayfalık bir söyleşide de daha fazlasını söylemek pek mümkün değil. Önümüzde uzun soluklu bir tartışma süreci ve elbette uzun soluklu bir mücadele var bizi bekleyen.   

SIRADAKİ: Cangül Örnek: “Avcıoğlu her başlığa sınıfsal bir anlayışla yaklaştı”