Coşkun Soysal: “Kendisini sosyalist olarak tanımladı, daima sosyalizm tartışması yürüttü”
Yazar-akademisyen Coşkun Soysal’a göre, Doğan Avcıoğlu’nun entelektüel ve siyasi dünyasında merkezi kavram “bağımsızlık”tır. “Avcıoğlu ve Yön hareketi, Türk modernleşmesi ya da aydınlanması, adına ne derseniz, bu tarihsel miras ile Türkiye sosyalizmi arasındaki bu geçişliliğin ya da devamlılığın en açık halkasıdır, hatta belki de yegâne sahici köprüsüdür” diyen Soysal, Avcıoğlu’nun hem düşünce dünyamızda hem de Türkiye siyasetinde hâlâ etkisi hissedilen özel bir yeri olduğuna dikkat çekti. Coşkun Soysal sorularımızı yanıtladı.
– Yeniden basılan ve üzerinde yoğun bir biçimde yeniden tartışılan “Türkiye’nin Düzeni” kitabı ve Doğan Avcıoğlu sizce 2024’te neden önemli?
COŞKUN SOYSAL – İlk soruya kendi kafamda yanıt ararken, ister istemez, “Doğan Avcıoğlu yalnızca 2024’te değil, misalen, çok daha öncesinde benim için neden önemliydi?” sorusu da aklımdan geçti. Ben, Doğan Avcıoğlu ve öncülük ettiği Yön hareketini ilk kez yüksek lisans tezim için ele almıştım, fakat yüksek lisans tezimde hangi konuyu işleyeceğimi düşünürken tesadüfen rastladığım bir yazar değildi Avcıoğlu. Avcıoğlu’nun ve yapıtının buldozer etkisi, Avcıoğlu’nun kansere yenik düşmesi sonucu erken sayılabilecek vefatından çok sonra bile şok dalgaları yaymaya devam etmiştir. Türkiye’de her çocuk Kurtuluş Savaşı ve Mustafa Kemal Atatürk efsaneleriyle büyüyor. Eğer bu çocuklardan bazıları, Türk siyaseti ve toplum yapısı ve Türkiye’nin dünyadaki yeri hakkında düşünüp sorular sormaya devam edecek olurlarsa, en büyük pusulaları, tabii yanıltılıp ayartılmazlarsa, “bağımsızlık” tutkusu oluyor. “Bağımsızlık”, Avcıoğlu’nda ve Yön hareketinde çok merkezi bir kavramdır.
Çocukluğumun geçtiği 1990’lar, diğer istikrarsızlıklarla birlikte, son birkaç yıldır yeniden deneyimlediğimiz gibi, ekonomik sorunların çok ağır biçimde halkın gündeminde olduğu yıllardı ve birbirini izleyen koalisyon hükümetleri, IMF güdümünde istikrar programlarını uygulamaya çalışırlarken, artık iktisaden bağımsız olmadığımız fikrini o çocuk aklımıza bile çakıyorlardı. Dolayısıyla, Atatürk sevgisi yüreğinden eksilmeden büyüyecek çocuklar 1990’lı yıllarda, Atatürk’ün bizzat kendi sözcükleriyle ekonomik zaferlerle taçlandırılmayan askeri zaferlerin kalıcı olamayacağı gerçeğinin bilinciyle, hem acı çekmiş hem de kaygılanmışlardır.
BAĞIMSIZLIK ÖZLEMİ
IMF ile imzalanan stand-by anlaşmalarının yanı sıra, Avrupa Birliği kapısında bekletilen fakat Gümrük Birliği’ne girmek için adeta çırpınmış bir Türkiye tablosunu, aynı yıllarda yükselen siyasal İslam ve kızışan etnik temelli ayrılıkçı şiddet kabusuyla birlikte yeniden zihninizde canlandırdığınızda, 1990’ların yurtsever çocuklarının kapitülasyonlar ya da Sèvres korkularının nasıl da kolaylıkla depreşebilmiş olabileceğini tahmin etmeniz hiç de güç olmayacaktır. O yüzden, biz, 1990’lar çocuklarında, “bağımsızlık”, yasını tuttuğumuz, Atatürk’ü daha bir hasretle yad etmemize neden olan, diğer yandan da büyüdükçe nasıl bir daha elde edebileceğimizi sürekli sorguladığımız kutsal bir kavram hâline gelmiştir. Bu durum, elbette ve maalesef 1990’larla sınırlı da kalamadı. “Bağımsızlık” özlemi bugün de sürüyor.
Avcıoğlu ise, hem Yön’de hem de Türkiye’nin Düzeni’nde, Atatürk’ün “çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma” hedefi için ekonomik bağımsızlığın olmazsa olmaz bir önkoşul olduğunu defalarca belirtmiştir. “Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma,” Avcıoğlu’nun hem Yön’ü hem de Türkiye’nin Düzeni’nin yayımladığı 1960’lı yılların dünyasında “kalkınma” kavramı üzerinden ele alınıyordu. Kalkınma ise “düzen” tartışması yapılmaksızın asla ele alınmamaya başlamıştı. İdris Küçükömer’in Düzenin Yabancılaşması, İsmail Beşikçi’nin Doğu Anadolu’nun Düzeni ve Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni yapıtları, Yalçın Küçük’ün çok yerinde işaret ettiği gibi, bu döneme damgasını vuran “düzen” tartışmasının simge yapıtlarıdır.
Avcıoğlu, hem Yön’de, fakat esas olarak Türkiye’nin Düzeni’nde, Türkiye’nin sosyoekonomik bir tahlilini en ince ayrıntısına varıncaya dek verir. Bunu yaparken, “düzen” fikrini tabulaştırmaz ve en çok da “düzenin değiştirilebileceği” fikrini aşılamaya çalışır. Daha Türkiye’nin Düzeni’nin birinci cildinin ilk satırlarından itibaren doğrudan “düzenin değişmezliği” fikrini sorgulamaya ve buraya taarruz etmeye başlar. Bu yönüyle, özellikle Türkiye’nin Düzeni’nin kelimenin tam anlamıyla provokatif bir yanı vardır. İngilizcede “thought-provoking” denilen, düşünce kışkırtıcı yanı ise tüm kitap boyunca sürer gider.
Avcıoğlu ve yapıtı, “bağımsızlık” hülyasına tutkun gençler için 1960’larda da, 1990’ların çocukları için 2000’lerde de, sosyoekonomik kökleri açıkça sezilebilen bugünün sorunları karşısında 2020’lerde de cazipti, cazip olmaya devam ediyor ve gelecekte de edecektir. Ben kendi kişisel serüvenimden hareketle bu cazibeyi “bağımsızlık” fikriyle ilişkilendirdim, ama bunu aşan bir yönü var. “Bağımsızlık” hedefi bir yana, sandık yoluyla toplumun çelişkilerine yanıt üretilememesinin kriz boyutuna ulaştığı ve bu yanıyla ilerici kesimlerde hayal kırıklıklarının arttığı dönemlerde, sandıktan nasıl olup da sürekli “tutucu güçler koalisyonunun” çıktığının mekanizmalarını açık seçik ortaya koyuyor olmasıyla da Türkiye’nin Düzeni çok açıklayıcı bir başucu kitabı olarak temayüz eder.
İKTİDAR YOLLARI
Türkiye ve başka pek çok geç kapitalistleşen ülkede, bağımlı ekonomik ilişkiler komprador bir burjuvazi yaratmış olmakla kalmaz, prekapitalist kimi öğeleri de tasfiye etmek şöyle dursun, yeniden üretir ve emperyalizm ve bu komprador burjuva sınıfıyla işbirliği içine sokar. Geniş ölçekli sanayi üretimi böylesi ülkelerde gelişmez, gelir dağılımında adaletsizlik artar, lüks tüketim ve döviz darboğazlarının kronikleşmesi gibi sorunlar ise yurtdışındaki işçilerin döviz transferleri ya da turizm gelirleri gibi dejenere edici özellikleri de bulunan çözümler üzerinden aşılmaya çalışılır.
Dolayısıyla, Avcıoğlu’nun Türkiye’deki “düzene” ilişkin sunduğu tablo, bugün dahi eskimeyen tasvirler içerir. Avcıoğlu buna alternatif olarak Yön’de zaman zaman “kapitalist olmayan kalkınma” olarak tarif ettiği, Türkiye’nin Düzeni’nin ikinci cildinin son kısmında ise açıkça “Millî Devrimci Kalkınma Modeli” adını verdiği bir yol sunar. Avcıoğlu, bu son kısımda bu modeli soyut bir öneri olarak ortaya koymaz, son derece ayrıntılı biçimde somutlaştırır. Bu kısımdaki bölümlerden biri, “İktidar Yolları” başlığını taşır. Avcıoğlu’nun yapıtı, pek çok çağdaşınınkinin aksine, yalnızca akademik kaygılarla yazılmış bir metin değil, bir praksis örneği olarak iktidar yolunu da somuta döken, iktidarı aldıktan sonra da nasıl bir programı uygulayacağını ayrıntılandıran bir yapıt olmasıyla da ayrı bir yeri hep hak etmiştir.
– Neyin eksikliğini kapatmaya çalışıyor bu kitap veya onun sayesinde bugün nelerin “gereğinden çok fazla olduğuna” dikkat çekmek mümkün oluyor?
COŞKUN SOYSAL – Eksik kapatmak demeyi, Avcıoğlu ve yapıtı için doğru bulmam. Avcıoğlu, insanüstü bir çabayla çalışmış biri. Onu doğrudan tanıyanlar bunu hep ifade etmiştir. 12 Mart 1971’e koşar adım gidilirken, yalnızca 41 yaşındaydı. 1950’lerin ikinci yarısında Demokrat Parti karşıtı muhalefetin yayın organlarında yazıp çizmeye başlamışken, 1960’larda artık kendi yayın organı olan, sürekli yazan ve Türkiye’nin Düzeni gibi çok ciddi bir çalışma ve analiz sürecinin ürünü bir eseri ortaya koyabilmiş bir yazardan söz ediyoruz. Daha 41 yaşında Sovyetler Birliği’nin Türkiye’de irtibat kurmaya değer gördüğü birkaç iktidar namzetinden biri hâline gelebilmiş birisi, aynı zamanda. Avcıoğlu, yine bir diğer Yön yazarı olacak olan Mümtaz Soysal ile daha ilk karşılaşmasında, her ikisinin de kafasında aynı sorunun olduğunu keşfediyor: Türkiye nasıl kalkınır? Bunu Atatürk’ten ve elbette Atatürk’ü de aşan geleneksel aydın kuşağının o bitmek bilmez “Türkiye nasıl kurtarılır?” kaygısından miras alıyorlar.
Avcıoğlu, bu soruya yanıtını netleştirmiş, bu hedefe nasıl varılabileceğini kavramış ve bunu kimlerle uygulamaya koyacağının zemin etüdünü de çoktan yapmış bir aydın. 9 Mart denemesini de hesaba katacak olursanız, aslında hâlâ bir anlamda iktidarı almaya en çok yaklaşabilmiş sosyalist olduğunu da öne sürebilirsiniz. Avcıoğlu, ilhamını Atatürk’ten almakla birlikte, kendisini sosyalist olarak tanımlamış, Yön’de de daima sosyalizm tartışması yürütmüştür. Bunun Nasırizm’i ne ölçüde aşan bir sosyalizm olduğunu elbette tartışabilirsiniz.
Aslında, Avcıoğlu ve yapıtı söz konusu edildiğinde, “bugün nelerin gereğinden çok fazla olduğuna” dikkat çekmekte daha fazla yarar bulunmaktadır. Mesela, Avcıoğlu ve yapıtı sayesinde, özellikle son yirmi yıldır belli aralıklarla gündeme gelen anayasa tartışmalarının Türkiye’nin hiçbir esaslı sorununa derman olmayacağını öne sürebilmek için kâhin olmaya gerek yok. Ya da siyasetin bu denli kimlikler üzerinden tartışılır olması ya da tartıştırılmak istenmesi, “gereğinden çok fazla” bile diyemeyiz, yekten gereksiz, hatta zararlı girişimlerdir.
– “Türkiye’nin Düzeni” diye bir şeyden söz edebilir miyiz bugün?
COŞKUN SOYSAL – Post-yapısalcı pozisyonlara savrulmamış herkes için bugün de mutlaka bir “Türkiye’nin düzeni” mevcuttur. Bu, hiç kuşkusuz, Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni’ni yazdığı zamanda da bugün de kapitalist bir düzendir. Avcıoğlu’nun yapıtına dair daha fazla, bugünün moda tabiriyle, “spoiler” vermek istemiyorum, ama Avcıoğlu’nun ana sütunlarını çok ayrıntılı biçimde ortaya koyduğu bu düzenin bugün özellikle sosyoekonomik planda, daha karmaşıklaşmış ve yeni boyutlar kazanmış bile olsa, büyük ölçüde varlığını devam ettirdiğini ileri sürmek mümkündür. Sosyopolitik düzlemdeki değişiklikler ve otoriter süreklilik ise Avcıoğlu’nun, kendi kurduğu modelden bugüne bakabilecek durumda olsaydı, asla şaşıracağı süreçler ya da olgular olmazdı. Tabii, kendi döneminde iktidarı neden alamadığına muhakkak daha fazla hayıflanırdı tüm bunların karşısında.
“FOLK KEMALİZM” TARTIŞMASI
– Türkiye’nin Düzeni ve Avcıoğlu, AKP’nin toplumu tümüyle fethetmesine engel olan bir tür “halk kemalizmi”ne teorik stepne olabilir mi? Bu teorik temeli geçmişten aramak mantıklı mı? Yoksa burada sosyalizmle Türkiye aydınlanması (veya laik-toplumcu düzen) arasındaki geçişliliğe/devamlılığa bir örnek mi buluyoruz?
COŞKUN SOYSAL – Bu, “folk Kemalizm” tartışması, bir süre yapıldı. Folklorik ölçüde böyle bir Kemalizm gerçekten de bastırılamıyor. Bunu Atatürk’le ilgili her günde, her törende ve her kutlamada deneyimleyebiliyoruz. Hatta daha önce erken Cumhuriyet döneminin gadrine uğramış ya da bu döneme mesafeyle ya da eleştirel yaklaşan pek çok toplumsal kesimde bile farklı biçimlerde bir kenarından tutup “hakkını teslim etme” kaygısı kendisini daha fazla gösterir oldu. Yalnız, bizde “kuvveden fiile” denilen durum burada bir türlü tam anlamıyla gerçekleşmedi.
Aslında 1980’lerin sonlarında başlayıp 1990’larda belirginlik kazanan toplumsal çözülme, bugün her alanda yapısızlaşma ve bir türlü yeniden örgütlenememe şeklinde devam ediyor. O yüzden, sadece Avcıoğlu’nun ya da yapıtının değil, başka herhangi bir içeriğin, böyle bir folk Kemalist yükselişe, artık ne ölçüde böyle bir yükseliş varsa, “teorik stepne” olabilmesi hayli zor görünüyor. Zira bu folk Kemalizm, 1990’ların toplumsal çözülme ortamında bile Atatürkçü Düşünce Derneği adında örgütlenebilen bir kapasiteye sahipken, 2007’deki Cumhuriyet Mitingleri’yle “fiile geçme” yönelimine girer girmez, Ergenekon-Balyoz komplo yargı süreçleriyle, insanların her şeye rağmen yine de terk etmediği ama çok fazla bireysel alanlara hapsolmuş bir dönüşüm sürecine girdi.
Türkiye’nin Düzeni, Yön hareketinin en kapsamlı teşhis raporu olarak, buradan kendine pay çıkaracak, Yön’cülerin jargonuyla, “zinde kuvvetlerin” varlığına ihtiyaç duyan bir başucu eseridir. Bu “zinde kuvvetler”, yine Türkiye’nin Düzeni’nin terminolojisiyle, “tutucu güçler koalisyonu” tarafından, Avcıoğlu’nun “karşı-devrim” olarak adlandıracağı yoğunlukta bir taarruzla dağıtılmış ya da yapısızlaştırılmış vaziyettedir. Türkiye’nin Düzeni, bu güçlerin yokluğunda, Türkiye’nin geç kapitalistleşme öyküsünün nasıl da alttan gelecek herhangi bir ilerici basıncı imkânsızlaştırdığını da anlatıyor esasen. Dolayısıyla, bu güçler yeniden teşkil edilmeden, böyle bir teorik beslenme kendi içinde daha baştan çelişkilerle malûl olacaktır.
Diğer yandan, sizin bu “geçişlilik” ya da “devamlılık” olarak formüle ettiğiniz ilişki, Avcıoğlu ve Yön hareketi özelinde çok açıktır. İlhamını Atatürk’ten ve Kurtuluş Savaşı’ndan alan, kendini Atatürkçü ve milliyetçi olarak tanımlayan, ama bu sıfatların da gerçek anlamda yalnızca sosyalist olunarak taşınabileceğini ileri süren Avcıoğlu ve Yön hareketi, Türk modernleşmesi ya da aydınlanması, adına ne derseniz, bu tarihsel miras ile Türkiye sosyalizmi arasındaki bu geçişliliğin ya da devamlılığın en açık halkasıdır, hatta belki de yegâne sahici köprüsüdür.
GEÇİŞLİLİK VE KÜRT SORUNU
Bugün Türkiye’de, kendisini “geleneksel sosyalist hareket” olarak gören ve bu nedenle uzun süredir “Gelenek” diye yayın da çıkaran hareketin formasyonundaki rolü asla inkâr edilemeyecek olan, hatta bu hareketin pek çok kurucu figürünün de hocası ya da bulundukları dergilerde başyazarı olmuş Yalçın Küçük, tüm eserlerinde sürekli Avcıoğlu’nun MDD’ci tezleriyle hesaplaşır konumdaysa da, kendisini onun yetiştirmesi saymaktadır. Hatta, kendim dahil, pek çok insan Yalçın Küçük’ten başlayıp Avcıoğlu’na yönelmiştir ve bugün de Avcıoğlu’nu bu yolla keşfedenlerin sayısı azımsanmayacak düzeydedir. Yalçın Küçük’ün, Avcıoğlu’na en eleştirel olduğu Türkiye Üzerine Tezler dizisinde bile, Avcıoğlu etkisi çok rahat fark edilecektir, hatta sonradan popülerleştirdiği pek çok argümanı da Avcıoğlu’nun yapıtlarında ziyadesiyle mevcuttur. Tabii, sözünü ettiğimiz geçişlilik ya da devamlılık, Avcıoğlu-Küçük arasındaki kişisel ilişkiden ibaret değildir, ancak bu ilişki bunun en hoş ve zengin örneklerinden birini sunmaktadır.
– Radikal cumhuriyetçi bir düşünür olarak Doğan Avcıoğlu’nun basit bir darbeci, bu arada Türkiye soluna son 30 yılda iyice sızan yeni moda bir linçle “Kürt düşmanı” olarak tanımlanması mümkün mü? Avcıoğlu Türkiye solundaki hangi vitaminlerin eksikliğine erkenden dikkat çekmiş oldu sizce? İktidar hırsı ve ona yönelik örgütlenmenin dışında hangi boşlukları öne çıkarmış sayılmalıdır? Dinciliği Türkiye’de iktidar yapan liberalizme karşı ülkemizdeki en etkili panzehirlerden birinin ve belki de birincisinin Avcıoğlu solculuğu (veya onun “radikal kemalizmi”) olduğunu söylemek, abartı mı olur?
COŞKUN SOYSAL – Bu “cuntacılık” ya da “darbecilik” benzeri lafların bir kısmı “ceberut devlet” kavramına dayanan “horlanma teorilerine” dayanır, bir kısmı ise ciddiye alınamayacak kadar cahilane değerlendirmelerdir. Aslında bu suçlamalara en iyi yanıtı, Avcıoğlu kendisi, Türkiye’nin Düzeni ciltlerinde zaten vermektedir. Yalçın Küçük’ün Ergenekon savcısı Zekeriya Öz için “geç gelmiş bir İdris Küçükömer’dir” demesine neden olan aynı koşullar nedeniyle, Avcıoğlu’nun da Türkiye’nin Düzeni’nde, “ceberut devlet” kavramlaştırmasını, “memur-halk” karşıtlığını ya da Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) tartışmalarını eleştirdiği kısımlar bugün de güncelliğini korumaktadır.
Hele “Kürt düşmanı” suçlaması, tam bir zırvalık olurdu. Zira Avcıoğlu, 1960’lar Türkiye’sinde tabu olan başka pek çok meselede olduğu gibi, “sosyalizm” kavramının kullanılması olsun, Nâzım Hikmet şiirlerinin basılması olsun, burada da, daha 1966 yılında, Türkiye İşçi Partisi’nin 1970 yılındaki meşhur dördüncü büyük kongre kararlarından bile önce, “Kürt meselesi” başlıklı bir yazıyı Yön dergisinde yayımlamıştır ve yazısını, “Sosyalistler olarak, sanıyoruz ki, bu önemli mesele üzerinde düşünme zamanı gelmiştir,” cümlesiyle sonlandırmıştır. Buradan da anlıyoruz ki, Avcıoğlu meseleyi sosyoekonomik bir soruna indirgeyen, önyargılı bir aydın olmamış, sorun üzerine düşünmeye devam etmiş, son derece açık bir aydın olmuştur.
Avcıoğlu’nun bu açıkfikirliliği aslında, bugünün cumhuriyetçilerince takdir edilmeli ve benimsenmelidir. Özellikle “ceberut devlet” ve ATÜT tezlerini geçersiz kılan eleştirileri, bugünkü liberal eğilimler karşısında da, sizin tabirinizle, etkili bir “panzehir” olma niteliği taşımaktadır. Ayrıca, Avcıoğlu’nun seçime endeksli siyaset karşısındaki soğukkanlı tarihsel materyalizmi de bugün her seçim öncesinde ölçüsüz heyecanlanıp her seçimin ardından toplu depresyon nevrozları geçiren cumhuriyetçi halk kesimlerine de ayakları yere basan bir kılavuz sağlayacaktır.
– Türkiye’deki devrimci hareketi vuran, bunu da önce medyayı elinde tutarak yapan liberal mikropların bir merkez karargâhı var: Birikim. Bu karargâhın tüm versiyonlarıyla uzak tutulduğu, gerçekten sosyalist bir öfke ve eylem tutkusu içeren çevrelerde bile Avcıoğlu’nun yeterince anlaşılabildiği söylenemez. Bu anlayış eksikliğinin kaynakları sizce nerede? Liberal ideolojilerde mi?
COŞKUN SOYSAL – Birikim’i ve müzahir grubunu uzun uzadıya ele almaya gerek yok. O kadar dayak yediler ki, artık elde yalnızca posaları kaldı. Diğer yandan, bu ekibin genel olarak solda ve pek çok kesimde ciddi bir kafa karışıklığı yaratmış oldukları doğru. Bugün iktidarın her inisiyatifine hâlâ elde tuzluk koşulmasında bu liberal tahribatın etkisi çok büyük. İşte en son, Yalçın Küçük’ün 1990’larda, “tekellerin şirin çocuğu” dediği Ufuk Uras, Devlet Bahçeli’nin Öcalan çağrılarından heyecan duyup kendisiyle görüşmüş. Tabii, Uras özelinde basit bir heyecanı aşan başkaca organik ilişkiler de söz konusu olabilir.
ENTELEKTÜEL SEFALETİN ÖZNELERİ
Bu tür bir entelektüel sefaletin özneleri, Avcıoğlu’nu değil takdir etmek, anlamıyorlardır ya da okumuyorlardır, en basitinden. Avcıoğlu ve Uras, düzlemleri, hatta evrenleri farklı, iki bambaşka insan gibi kalıyor. Bu sefalete uzak durmaya çalışan kimi çevrelerde ise, legal siyasetin aşırı benimsenmiş ve içinde fazla kurumsallaşılmış olması gibi bir sorun var sanki. Buna, siyaseten doğruculuk ya da steril kalma kaygıları da eşlik ediyor. Avcıoğlu da, tilmizi Yalçın Küçük de risk almaktan da, rizikolu ilişkilere girmekten de çekinmeyen aydınlar oldular. Tabii, sol siyasi partileri kastettiğimiz ölçüde, bunların bu aydınların son derece öznel bir düzlemde sürdürdükleri bu riskli/rizikolu ilişkilere girmelerini, buradan siyaset tayin etmeye çalışmalarını beklemek doğru değil.
Yalçın Küçük, tabii, apayrı kulvarlara girdi, ama Avcıoğlu’na bile dönüp baksak, bir yerde şu eleştiriyi de bu partiler ya da örgütler dile getirebilir: Avcıoğlu’nun sandıktan tutucu güçler koalisyonunun çıkmasına neden olduğunu öne sürdüğü aynı sınıfsal yapı ve düzen, işte Avcıoğlu’nun yaslandığı “zinde kuvvetleri” de aynı ölçüde sınırlayan ve yeri geldiğinde paralize eden, hatta ihanete sürükleyen nitelikler arz edebiliyor. Dolayısıyla, Avcıoğlu için bile, tamam, iktidarı almaya en çok yaklaşmış olan gibi laflar belki edilebilir, ama günün sonunda, onun izlediği yol da başarıya ulaşmadı. O yüzden, burada daha geniş sol, özellikle siyasi partiler, mesela, acaba Avcıoğlu’nu anlamıyor mu, yoksa gayet iyi anlıyor da hak mı vermiyor? Nihayet, bunların arasında, biraz önce de belirttiğim gibi, Avcıoğlu’nun yetiştirmesi olan Küçük’ün öğrencilerince kurulmuş bir çizgi de var ki, bu çizgidekilerin Avcıoğlu’nu anlamıyor olduklarını hiç zannetmiyorum.
İNKÂR SİYASETİ VE KİMLİK SİYASETİ: HEGEMONİK SÖYLEMLER
– Türk demenin utanılacak bir eyleme dönüştüğü bir zaman aralığında “Türklerin Tarihi” ve “Milli Kurtuluş Tarihi” genç kuşaklara yeni bir yol açabilir mi?
COŞKUN SOYSAL – Bu, biraz önceki “neyin gereğinden çok fazla olduğuyla” yakından ilgili bir soru. 1980 sonrasında, Galip Yalman’ın “sınıf siyasetine son vermek” olarak tarif ettiği hedef doğrultusunda, kimlik siyaseti hegemonik söylemin ayrılmaz ve giderek vazgeçilmez bir parçası oldu. Avcıoğlu, biraz önce Kürt meselesiyle ilgili yazısına da atıfta bulunduğum soruya cevaben de belirttiğim gibi, önyargısız, son derece açık fikirli bir aydın. Diğer yandan, pek çok konuda berrak bir kavrayışa sahip olduğu çok net görülüyor. Avcıoğlu’nun üretiminin yoğunlaştığı 1960’lı yıllar, aynı dönemde yazıp çizen başka pek çok aydın için de “ulusal sorun” ve “ulus” meseleleri üzerinde gürültü koparılmaya gerek görülmeyen, bir nitelendirme olarak Türklüğe referans verilmesinden de rahatsızlık duyulmayan bir dönemdir.
Bu durum, 1970’lerden itibaren değişecektir. İnkâr siyaseti ile kimlik siyaseti, burada iki ayrı ucu temsil ediyorlar ve hangisinin daha tahripkâr olduğuna karar verebilmek gerçekten güç. Avcıoğlu’nun Kürt meselesindeki açık fikirliliği, fakat ulusu Türklük üzerinden tarif edegelmiş olması, bunun yanında en güçlü ve ikna edici olduğu yanların sosyoekonomik planda olması, bugün bana son derece makul gelen bir bileşke. Kimlikleri inkâr etmek bir çözüm olmadı, ama kimlikleri kayıt altına alarak, kimliklere dayalı çözümler geliştirme arayışları da hep felaketle sonuçlandı. Bu ihtiyatla, fakat köşeli pozisyonlarda ısrar etmeksizin, Avcıoğlu formülü de elbette takdir edilebilir ya da tartışılabilir.
– Türkiye’de 1923’ün tarihsel meşruiyetinin altını çizen ve buradan sol bir cumhuriyet projesine yürüyen Avcıoğlu’nun yarım yüzyıl önce önerdiği çözümlere dönüş önermek, acaba onu doğru anlamak mıdır? Yoksa onun açtığı kapıları genişletmek, bulgu ve saptamalarından hareketle yeni sosyalist bir yol mu inşa etmek gerekiyor?
COŞKUN SOYSAL – Avcıoğlu için Hikmet Özdemir’in kullandığı Jön Türk ve Gökhan Atılgan’ın kullandığı geleneksel aydın kavramlarını birleştirerek söyleyecek olursak, Jön-Türkist geleneksel aydın kuşağının en etkili son temsilcisi olduğunu söyleyebileceğimiz Avcıoğlu, gerçekten de yarım asır öncesinin Türkiye’sine ait sosyoekonomik düzenin ayrıntılı bir tahlilini yapmış ve buradan da etkileyerek iktidarı almasına aracılık edebilecek toplumsal güç olarak da kendisine “zinde kuvvetleri” hedef olarak belirlemişti.
Bugün her şeyden önce “geleneksel aydın” kategorisinin kendisi bu ölçüde etkili değildir. Diğer yandan, mevcut durum, işçi sınıfının organik aydını diyebileceğimiz bir aydın kesimini ortaya çıkaramayacak kadar örgütsüzlük ve yapısızlık ile de yüklüdür. Bu bir yana, “zinde kuvvetler” denilen dinamik asker-sivil bürokrasinin, aradan geçen yarım yüzyıllık süre zarfında pek çok değişiklik ve dönüşüme uğradığı da aşikârdır. Kuvvetler ayrılığının, neoliberal otoriterlik denilen daha genel eğilime koşut biçimde tüm dünyada erozyona uğradığı koşullarda, kurumsal özerkliği giderek asgarileşmiş ve giderek, Avcıoğlu’nun tabiriyle, “idare-i maslahatçılaşmış” bir bürokrasiye, yarım asır önceki gözlüklerle bakılamaz.
Diğer yandan, hem sosyoekonomik düzenin ayrıntılı topoğrafyasını çıkartmış olması hem de seçimlere endeksli burjuva siyaset formuyla bağımlı kapitalist gelişme prangasını kırıp atacak devrimci dönüşümün gerçekleştirilemeyeceği tespitini netlikle ortaya koymuş olması bakımından bugün de tekrar tekrar dönüp bakılacak, önemli dersler çıkarılacak bir başucu eseridir Türkiye’nin Düzeni. Türkiye’nin Düzeni’ni bugün bir ilahi metin gibi okumak değil, ama yarım asır sonra Türkiye’nin bugünkü düzeninin de neye benzediği, sosyoekonomik planda hangi ana sütunlar üzerinde durduğu ve bu verili sosyoekonomik düzen içerisinde iktidar yolunun ya da yollarının neler olması gerektiği üzerine düşünmenin önemi, öyle sanıyorum, her politik özne için hayati önemi haizdir.
SIRADAKİ: Emirhan Akman: “Düzen dışı arayışlar Avcıoğlu’na götürüyor gençleri”