January 14, 2025

Tekin Yayın Dağıtım San.Tic.Ltd.Şti

Mimar Sinan Mah. Atlas Çıkmazı Sk. No:7 Üsküdar/İstanbul

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Elif Akkaya

Telefon

0216 323 20 20

E-mail

info@tekinyayinevi.com.tr

Website

Tekin Yayınevi

Teknik Sorumlu

Tetris Teknoloji

Okan İrtem: “Doğan Avcıoğlu hep iktidarı istedi ve ülkeyi yönetmeye talip oldu”

Okan İrtem: “Doğan Avcıoğlu hep iktidarı istedi ve ülkeyi yönetmeye talip oldu”

Araştırmacı-yazar Okan İrtem için Doğan Avcıoğlu’nun ayırt edici özelliği, onun bir kurucu aydın olarak, önüne tek bir büyük amacı koymasında aranmalıdır. Avcıoğlu’nun yeni bir  düzen aradığını belirten İrtem’e göre “Türkiye’nin geri nitelikli kapitalizminin özelliklerini yazmasının nedeni, onun içinden yeni olanın nasıl çıkacağını göstermek için. O Türkiye’nin Düzeni’ni akademik amaçlarla yazmadı” diyen Oktan İrtem, Avcıoğlu ve Türkiye’nin Düzeni’ni bugün önemli yapan unsurlarla ilgili sorularımızı yanıtladı.

– Yeniden basılan ve üzerinde yoğun bir biçimde yeniden tartışılan “Türkiye’nin Düzeni” kitabı ve Doğan Avcıoğlu sizce 2024’te neden önemli? Neyin eksikliğini kapatmaya çalışıyor bu kitap? “Türkiye’nin Düzeni” diye bir şeyden söz edebilir miyiz bugün?

OKAN İRTEM – Önce son dikkat çektiğiniz nokta ile başlayabilir miyiz? “Türkiye’nin bir düzeni var mı?” sorusuyla. Bu soruyu Avcıoğlu’nun yaşadığı dönemde yanıtlamak bir yanıyla daha kolaydı. Onun siyasete girdiği ve Yön dergisini çıkarmaya başladığı yıllarda, Türkiye yeni bir “düzene”, bir “düzenliliğe” doğru yol alıyordu. Hatırlarsanız, Türkiye’nin en ileri, en demokratik anayasası bu sırada yazıldı ve en modern devlet kurumları bu sırada oluşturuldu. Cumhuriyet rejimi 27 Mayıs Devrimi sonrasında en gelişmiş biçimiyle ortaya çıktı. Yasama, yürütme, yargı erklerinin tam anlamıyla ayrıştırılmaları gerçekleşti. Erkler ayrılığı 27 Mayıs sonrasında bugün bildiğimiz biçimiyle yerleşti. Anayasa Mahkemesi, çift meclis, özerk radyo, DPT hep bu dönemin ürünüdür. Türkiye 1960’larda bir kurumsal inşa döneminden geçiyordu. Ve burada şunu belirtmek lazım: Bir kurumsal işleyiş varsa bir düzen ve düzenlilik de vardır.

Avcıoğlu işte bu dönemde siyasete girmişti. Devrimciydi. Devrim yapmak istiyordu. Bunun için bir yön arayışıyla geçmişten 60’lı yıllara uzanacak biçimde Türkiye’nin yapısal ekonomik-siyasi düzenliliğini göstermeye çalıştı. Nihayetinde işleyen kurumsal bir yapının olduğu bir yerde bir “düzen” arayışına insan aklı yatkındır. O da düzen aradı. Üstelik sadece Avcıoğlu değil. Örneğin İsmail Beşikçi de Doğu Anadolu’nun Düzeni’ni yazmıştı o yıllarda. Kitabı 1969 tarihlidir. Türkiye’nin Düzeni’nin yayımlanma tarihi ise 1968’dir.

“ARTIK KURUMSAL BİR DÜZEN YOK”

Şu noktaya varmak için söyledim bütün bunları: 60’lı yıllarda Türkiye’nin bir düzeni vardı. Çünkü kurumları vardı. Şimdi AKP döneminde bu kurumlar ortadan kaldırıldılar. Dolayısıyla bu yanıyla, eski türden bir “kurumsal düzen” teşhis etmek artık mümkün değil. Bunu “elde var bir” olarak bir kenara koymak gerekiyor. Bu, günümüzü 60’lı yıllardan ayıran önemli bir fark. Ve devrimci siyaset açısından bu, ciddiye alınması gereken bir farklılık. Birazdan açabileceğimizi umuyorum.

– Ama devamlı bir düzensizlik de bir tür düzen değil mi?

OKAN İRTEM – Elbette, Türkiye tümüyle düzensiz, darmadağınık demek doğru değil. Söylemek istediğim şu: Türkiye’nin artık kurumsal işleyişten kaynaklanan bir düzenliliği yok. Çünkü kurumları yok. Bunun yerine sürekli bir karşı devrim hali içerisinde yuvarlanıyor… Duramıyor. Türkiye’de siyasi iktidar bir an durup bazı kurumları restore edip bir düzen kuramıyor. Sadece yıkıyor. Kimi Sovyet uzmanlarının Yeltsin için kullandıkları bir tabirle, karşımızda “terminatör”/“yokedici” gibi eski kurumsal yapıya saldıran bir iktidar ve siyasi parti var.

Bu dönemi Sovyetlerin çözülüş ve kapitalist Rusya’nın kuruluş dönemine, 1991 sonrasına referansla düşünmek belki daha açıklayıcı olabilir. Türkiye uzun bir Yeltsin dönemini yaşıyor. Onu aşıp, bir türlü kendi Putin dönemine varamıyor. Bununla kastım şu: Türkiye yaşadığı karşı devrim dönemini arkasında bırakıp, karşı devrimi ayakları üzerine oturtacak bir restorasyon dönemine geçiş yapamıyor. Böyle bir düzenleme bir türlü gerçekleştirilemiyor. Rusya’da ise bu, bir ölçüde yapılabildi. Yeltsin Rusya topraklarına kapitalizmi getirmek amacıyla sosyalizmi taş üstünde taş kalmayacak biçimde yıkarken, Rus devletini de neredeyse yok ediyordu. Putin dönemindeki restorasyon bunu durdurdu. Elbette Putin iktidarı sosyalizmin restorasyonu anlamına gelmedi; tersine, Rus kapitalizmini görece daha düzenli hale getirerek, devlet yapısını tekrar ayaklar üstüne oturtarak bir restorasyon yaptı. Tekrar az çok işleyen bir düzen kurarak Rusya’da yeni kurulan kapitalizmi pekiştirdi.

Türkiye burjuvazisi ise bir restorasyona gitmekten aciz. Korkak biçimde yürütme gücünün arkasına sığınarak, sadece karşı devrim istiyor. Hiçbir düzen kurma arzusu yok. O yüzden, mevcut partilerin ya da sermayedarların geri de olsa işleyen bir düzen kurmaları ya da bir anayasaya yapmaları pek mümkün görünmüyor. Bu güçler basit bir yönetmelik dahi yazabilecek durumda değiller. Yazamazlar çünkü ona uyamazlar. Sadece jet hızıyla işleyen, kuralsız bir siyasi iktidar istiyorlar. AKP’de buldukları da böyle bir iktidar. Bu nedenle verili durumda düzensizlik, keyfilik, kuralsızlık artık bir kural. Hatta belki de yegâne kural. Şunu da eklemek gerek: Keyfilik varsa, düzenlilik yoktur. Hukuksal işleyiş en temelde keyfiliğin yokluğu ve düzenli işleyiş demektir.

AKP TÜRKİYESİ: SÜREKLİ BİR YELTSİN DÖNEMİ

Bu açıdan Türkiye sürekli bir karşı devrim hali içinde. Sürekli bir Yeltsin dönemini yaşıyor. Türkiye büyük burjuvazisi, “yavaşlarsak yıkılırız” endişesiyle AKP’nin hiç hız kesmeden karşı devrim yolunda ilerlemesinden memnun. Sermayedarlar AKP’nin hızlı yıkıcılığını değil, fren yapmayı iktidarın kontrolünü kaybetmekle, iktidardan düşmekle eş anlamlı sayıyorlar. Başka deyişle, yürütmenin ve iktidarın eylemlerinin yargı vs. denetimine açılması ihtimalini dahi, frenden kastım budur, kendi egemenlikleri için bir tehlike olarak görüyorlar. Bu kadar kontrol altına alınmış, üyelerinin islami niteliği yüksek bir Anayasa Mahkemesi’ni dahi sürekli dillerine dolamalarına başka bir anlam veremiyorum.

Türkiye oligarklarının bile isteye getirdikleri bu düzensizlik politikasının ise sol çevrelerce dikkatle takip edilmesi gerektiği düşüncesindeyim. Şöyle açılabilir: Türkiye egemen güçlerinin karşı devrimci siyaseti geçmişte hiçbir zaman bugünkü kadar tek bir partinin kaderine bağımlı olmamıştı. Bu da rejim bakımından siyasi bir esneklik kaybına yol açıyor. Geçmişte Süleyman Demirel düşer, yerine Bülent Ecevit ya da Turgut Özal gelirdi. Bu, rejimin kaderini etkileyecek bir değişikliğe yol açmazdı. Rejim şu an bu esnekliğe sahip değil. Son derece katı. Tam da bu nedenle MHP’sinden, CHP’sine, İYİP’inden HDP’sine kadar bütün partiler, AKP rejimini ayakta tutabilmek adına bir tür AKP fraksiyonuna dönüşmüş haldeler. AKP’nin çeşitli dönemlerde izlediği politikaları temsil ediyorlar. Kürt meselesinde açılım söz konusu olunca HDP ve CHP devreye giriyor. Açılım sonlandırılmak istendiğinde MHP’ye rol veriliyor. Laiklik karşıtı politikalar getirilmek istendiğinde AKP ile birlikte Hüda Par ve MHP sahneye alınıyor vesaire… Erdoğan güncel politik ihtiyaçları doğrultusunda bu partiler arasında sürekli gidip gelebiliyor, kendisine yandaş bulabiliyor. Söz konusu politikaların adını ister “normalleşme”, ister “açılım”, ister “devletin bekası” ya da “din elden gidiyor” koyun. Bu değişmiyor. Dolayısıyla AKP’den söz ettiğimizde, bir anlamda muhalefeti olmayan, farklı siyasi birliktelikleri olan bir iktidar partisinden söz ediyoruz.

Karşımızda, geniş bir siyasi çatı altında toplanmış çok fraksiyonlu bir tek parti rejimi var. Bu ise, az önce ifade ettiğim üzere, tuhaf bir katılığa yol açmış durumda. Egemen güçlerce AKP’siz bir dönem düşünülemiyor. AKP’nin herhangi bir nedenle iktidardan düşmesinin, bağlaşıklarının, diğer sistem partilerinin toplum üzerindeki kontrollerini yitirmeleri sonucuna yol açmasından korkuluyor. Bunun rejimin esnekliğini azalttığını tespit etmek gerek. Karşımızda en tepe noktasında kırılgan ve zayıf olan bir rejim var. Sistem içi her küçük siyasi vakanın, diyelim MHP’nin ya da CHP’nin bir açıklamasının, hemen bir tür krize dönüşmesi bu nedenle. Bu kadar tökezleyen bir siyasi yapının gerçek bir muhalefetin çıkması halinde ayakta kalması zor.

Burada egemen çevreler ilginç bir ikilemle karşı karşıya. Bir yandan karşı devrimin hız kesmesi, AKP’nin fren yapması halinde iktidardan düşmekten korkuyorlar. Bir yandan da, büyük bir hızla yol aldıkları için, gerçek bir muhalefetin işleyişe çomak sokması halinde yine iktidardan olmaktan korkuyorlar. Korktukça da “AKP karşı devrimi hızla devam ettirsin” politikasına daha çok tutunuyorlar. Bunu yaparken de tüm partileri AKP’nin kopyası haline getiriyorlar. Bir analoji ile ifade edersem, bu bir tür eroinman hali. Uyuşturucuyu azaltıp yoksunluk titremeleri yaşamaktan korktukları için kendilerini daha yüksek dozda eroin almak zorunda hissediyorlar. Bu da onları daha çok eroin bağımlısı yapıyor. Bu bir uyuşturucu bağımlısı vakası. Doğan Avcıoğlu’nda temsil edilen, siyasete her an müdahale edilmesini savunan sağaltıcı siyasi çizgi tam da burada önem taşıyor. Türkiye ağır hasta ve tedavi için hastaneye yatırılması gerekiyor, diyerek bu güncel kısmı sonlandırayım.

İKTİDAR, DEVRİM VE İTTİFAK

– Peki, o zaman burada Doğan Avcıoğlu’na dönelim. Avcıoğlu’nun siyasete girdiği ortamı daha önce tarif ettiniz ama şunu sormak istiyoruz. Doğan Avcıoğlu neden düzene ilişkin bir tartışma başlatıyor? Buradaki amacı ne?

OKAN İRTEM –Amacı şu: Yeni bir düzen arıyor. Türkiye’nin geri nitelikli kapitalizminin özelliklerini yazmasının nedeni, onun içinden yeni olanın nasıl çıkacağını göstermek için. O Türkiye’nin Düzeni’ni akademik amaçlarla yazmadı. 1960’larda Türkiye solu ve aydınları, farklı perspektiflerle de olsa, yeni düzenin nasıl kurulabileceğini göstermek için yazdılar. Şunu unutmayalım, Türkiye’nin Düzeni kitabı, solun izlenecek devrim programının hangisi olduğunu tartıştığı sıralarda yayımlandı. Türk solu o dönemde, demokratik devrim mi yoksa sosyalist devrim mi yapmak gerekiyor, bunu konuşuyordu. Dolayısıyla aslında bu stratejilere göre üstlenilmesi gereken güncel görevlerin neler olduğunu konuşuyorlardı. Avcıoğlu da “devrimcilerin önünde hangi güncel görev var” sorusunu yanıtlamak için yazdı. Türkiye tarihinde Kemalizmin, ilişki kurduğu asker-sivil zümrenin ve yıkmak istediği siyasi güçlerin tarihsel/güncel konumunu tartıştı. Nasıl devrim yaparız, bunun için hangi siyasi güçlerle ittifak yapmak gerekir, bu güçlerin ve ittifakların iktisadi/siyasi karşılığı nedir?

Aydınlarımız o yıllarda Türkiye kapitalizminin gelişmişlik düzeyini, hangi sınıflar ve zümrelerle güncel politik ittifaklar yapılacağını belirlemek için yazdılar. Onlar yeni bir iktidarın ve yeni bir düzenin yolunu arıyorlardı. Buna ulaşmak için politika yapıyorlardı. Avcıoğlu da yazarken bu sorular üzerine düşünüyordu. Yazdıklarıyla sınıfların ve sınıf fraksiyonlarının güncel güç dengelerini inceledi, tartıştı; bunlardan somut, güncel sonuçlar çıkarmayı amaçladı. O dönemin sol kadroları politika yaparken, bugün bazen gördüğümüz örneklerden farklı olarak, salt akademik kaygılarla amaçsız yazılar yazmadılar.

60’lı yılların aydınlarının yaptıkları tahlillere katılırsınız ya da katılmazsınız, bu ayrı bir konu. Ama yaptıkları tartışmaları neden yaptıklarını bilmek zorundasınız. Onlar için yeni iktidarın izlemesi gereken iktisadi-siyasi program tartışması her an gerçekleşebilecek bir iktidar değişikliğinin acil ve yakıcı gündemiydi. Devrim güncel bir olguydu onları için. Dönemin aydınları ve Avcıoğlu “düzen” tartıştıysa, bunun nedeni, kuracakları yeni düzenin izleyeceği ekonomik-siyasi hattı belirlemek içindi. Bu konuları “hele önce bir Süleyman Demirel ve maiyetini yıkalım, gerisi gelir” kolaycılığıyla ele almadılar. Topluma ne yapmayı planladıklarını, nasıl bir Türkiye istediklerini, hangi ekonomi-politik hattı benimsediklerini, ne tür bir planlı ekonomi istediklerini, hangi toplumsal kesimlerle ve sınıflarla işbirliği yaparak bunu başaracaklarını madde madde anlatarak politika yaptılar.

Türk sağının neredeyse bütün unsurlarını içeren Süleyman Demirel’in gerici hükümetlerine, hareket halindeki siyasi güçler ve sınıflarla ilişki kurarak yanıt verdiler. Giderek faşizme kayan sağa karşı işçi hareketiyle ya da zinde güçler olarak adlandırılan “ihtilalci” subaylarla, üniversite gençliğiyle birlikte çözüm aradılar. Demirel’in Adalet Partisi ile mücadele ederken, “sosyalistler cumhurbaşkanlığı ya da başbakanlık için CHP’yi desteklemeli” türünden kampanyalar yapmak akıllarına bile gelmedi. Ciddi insanlardı. Devrimcilikte ciddiydiler. Sağcılarla, o günün geri iktidarlarıyla mücadele niyeti olanlarla, gerici siyasi güçlerden kurtulmak isteyenlerle ittifak aradılar. Sağcı, gerici siyasi güçlerden kurtulma niyeti olmayanlarla bağ kurma arayışından uzak durdular.

– Türkiye’nin Düzeni ve Avcıoğlu, AKP’nin toplumu tümüyle fethetmesine engel olan bir tür “halk kemalizmi”ne teorik bir kaynak olabilir mi? İkinci olarak bu teorik temeli sizce geçmişte aramak mantıklı mı? Yoksa burada sosyalizmle Türkiye aydınlanması veya Aydınlanma ile laik-toplumcu düzen arasındaki geçişliliğe/devamlılığa bir örnek mi buluyoruz?

OKAN İRTEM – Avcıoğlu’nun Kemalizmle, kurucu ideolojiyle ve devrimci siyaset ile ilişkisini düşünmek için onun yetiştiği koşulları ve kurduğu ilişkileri sanırım kısaca hatırlamak gerek. Doğan Avcıoğlu, İnönü’nün damadı Metin Toker’in yayımladığı Akis dergisinde ve CHP Araştırma Bürosu’nda yetişiyor. 27 Mayıs öncesinde Hürriyet Partisi ve CHP’ye yakın Forum dergisinde de yazıları yayımlanıyor. Mümtaz Soysal ile birlikte, 27 Mayıs sonrasında CHP kontenjanından Kurucu Meclis’e giriyor. Anayasa tartışmalarına katılıyor. Kişisel bağları bakımından CHP’ye yakın bir isim.

KATKIDA BULUNDUKLARI ANAYASAYA “EVET” DİYEMEDİLER

Ama Doğan Avcıoğlu’nu Doğan Avcıoğlu yapan öykü bu noktadan sonra başlıyor. Mümtaz Soysal ile birlikte Kurucu Meclis’te 61 Anayasa taslağı için yapılan oylamada “evet” demeyerek (oylamaya katılmayarak) aslında pratikte “hayır” oyu vermiş oluyorlar. Gerekçeleri son derece ilginçtir. Avcıoğlu ve Soysal’ın 27 Mayıs Devrimi sırasında savunduğu politikayla, CHP’nin aynı dönemde savunduğu politika arasındaki farklılığa ilişkin de net bir fikir vermektedir. CHP eğilimli hukukçuların kaleme aldıkları, kuvvetler ayrılığını yerleştiren, güçsüz bir yürütme erki öngören anayasa taslağına, Soysal ve Avcıoğlu, 27 Mayıs sonrasında güçlü bir yürütmeye ihtiyaç var, devrimin kendi elini kolunu bağlaması doğru değil, diyerek karşı çıkıyorlar. Bu, Avcıoğlu’nun hayatı boyunca savunduğu siyasi çizgi oldu. Her zaman güçlü ve devrimci bir iktidarı savundu.

Yön dergisinde savunulan fikirler de bu düşünce ile tutarlıdır. Nihayetinde Yön’ün siyasi programı çerçevesinde ifade edersek, kamu öncülüğünde planlı bir ekonomiye geçiş yapacak, gericiliği ve bu gericiliğe dayanan toprak sahibi/tüccar kesimleri tasfiye edecek bir iktidarın hukuken kendi elini kısıtlaması düşünülemez. Avcıoğlu da bunu düşünmüyordu. Bu açıdan kuvvetler ayrılığı ve güçsüz yürütme erki programını, ülkedeki gerici güçleri tasfiye edecek bir hükümetin siyasi programı olarak görmüyordu. Döneminin sosyal demokratları ile arasındaki en temel fark buydu. Gericiliğin ve onun arkasındaki toplumsal kesimlerin güçsüz bir iktidarla değil; gericiliğe karşı her tür siyasi aracı kullanabilecek güçlü bir iktidarla tasfiye edilebileceğine inanıyordu. Erken Cumhuriyet dönemine referanslarını bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Azgelişmişliğin yarattığı büyük toplumsal sorunların geçici, idarei maslahatçı uygulamalarla değil, ancak devrimci, sorunun kökenine inen, bataklığı kurutma amacını taşıyan siyasi pratiklerle düzeltilebileceği düşüncesindeydi. Hegel’in Machiavelli’yi anlatırken kullandığı bir cümle ile ifade edeyim: “Kangren olmuş uzuvlar lavanta suyuyla iyileştirilemez.” Avcıoğlu’nun siyasi perspektifi buydu.

KEMALİZM VE DOĞAN AVCIOĞLU

Peki, Avcıoğlu’nun ya da Yön’ün kurucu ideolojiyle, Kemalizmle ilişkisi nerede başlıyor ya da bitiyor? Erken Cumhuriyet’in devrimci kadroları hareket ederken kurucu bir parti ve devrimci programın yanında, partilerinin Meclis’teki gücüne dayanıyorlardı. Burada kuvvetler birliğini yakınsayan bir durum olduğunu tespit etmek gerekir. Bir politik bir güç olarak askeriyenin de bu birliğin içinde olduğu söylenmelidir. Geri Osmanlı rejimininin, saltanat ve hilafetin tasfiyesi böyle bir siyasi bağlam içinde gerçekleşmişti. Avcıoğlu’nun Erken Cumhuriyet döneminden çıkardığı ders şuydu: “Geri toplumsal güçler ve yapılar ancak güçlü bir kurucu iktidar eliyle tasfiye edilebilir.” AKP ile normalleşme yanlısı bugünkü CHP yönetiminin herhalde pek şaşıracağı bir derstir. Avcıoğlu kurucu ideolojiden bu düşünceyi miras almıştı.

Yine de burada bir noktayı açmak gerek. Avcıoğlu’nun Erken Cumhuriyet’i kimi zaman yeterince köktenci bulmadığı aslında ileri sürülebilir. Örneğin Cumhuriyet’in toprak sahibi sınıfın tasfiyesi ve toprak reformu konusunda yeterince adım atmadığını düşünüyordu. Politikaya girdiğinde bu eksiklikleri ve Kemalist iktidarın yarım bırakılan devrimini tamamlamak istemişti. Buradan, tamamlamak istediklerinden hareketle, “zinde güçlerin” siyasi programını oluşturmuştu. 9 Mart’ta aydınlar, üniversite gençliği ve devrimci subaylarla birlikte iktidara yürüyerek söz konusu programı uygulamaya koymayı planlıyordu.

– Anlattıklarınız çerçevesinde, gerici bir iktidara karşı en etkili panzehirlerden birinin Avcıoğlu’nun “radikal kemalizmi” olduğunu söylemek bu durumda abartı mı olur?

OKAN İRTEM – Tek başına verili bir teorinin ya da düşüncenin panzehir işlevi üstlenebileceği düşüncesinde değilim. Teori yaşayan bir varlık. Her an ilerletilmediği takdirde etkisi kısıtlı. Avcıoğlu’nun ve 60’lı yılların aydınlarının bir niteliğini hatırlatarak bu sorunuza yanıt verebilirim. Onlar “somut durumun somut tahlilini” yapmış ve buna göre bir siyasi program belirlemiş bir kuşaktı. Türkiye tarihinin ve kapitalizminin kendi zamanlarına kadar olan gelişmesini incelemiş, güncel politik durumu tahlil etmiş ve buna göre bir yol çizmişlerdi. Bugün bu eksik. Sovyetlerin çözülüşü sonrası dönemin iktisadi ve siyasi ilişkileri, Türkiye sanayiinin gelişmişlik düzeyi ya da sanayi sektörleri arasındaki ilişkiler, finans ve holding sermayesinin buradaki etkisi, sanayi ve finans sektörlerinin emperyalizm ile güncel bağları vs. yeterince incelenmiş değil.

Türkiye’nin Düzeni’nden sonra yazılmış, Avcıoğlu’nun çalışması düzeyinde ve derinliğinde tek bir çalışmaya sahibiz. 70’lerin sonunda yazımına başlanan ve 90’ların başında yazımı biten Yalçın Küçük’ün Türkiye Üzerine Tezler kitabını kastediyorum. Dolayısıyla bugün güncel bir “Türkiye’nin Düzeni” ya da Türkiye Üzerine Tezler’e sahip değiliz. Bu, çok büyük bir boşluk. Doldurulmaz bir boşluk değil elbette ama öncelikle omuzlarımızda böyle bir devrimci ödevin ağırlığının bulunduğunu kabul etmek gerekiyor. İçinde bulunduğumuz bu boşluğun doldurulması ile gericiliğe karşı bir panzehirin bulunması da kanımca bağlantılı. 

– Türkiye’de 1923’ün tarihsel meşruiyetinin altını çizen ve buradan sol bir cumhuriyet projesine yürüyen Avcıoğlu’nun yarım yüzyıl önce önerdiği çözümlere dönüş önermek, acaba onu doğru anlamak mıdır? Yoksa onun açtığı kapıları genişletmek, bulgu ve saptamalarından hareketle yeni sosyalist bir yol mu inşa etmek gerekiyor? Nasıl?

OKAN İRTEM – Bugün siyasi bir yol çizebilmek bakımından kurucu ideolojiyi hatırlamanın ve hatırlatmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Ama sadece sosyalistlerce Erken Cumhuriyet dönemi Kemalizminin içeriğinin bilinmesi gerektiği için değil. “Kurma” eyleminin ne olduğunun unutulduğu bir dönemdeyiz. Dolayısıyla kurucu olan düşüncenin, programın üzerine tartışmak, konuşmak, bir “yeni düzen kurma” düşüncesinin önemini kavramak gerekiyor. Bu ciddi bir mesele. Elbette kuruculuk dediğimde sizden ayrı aidiyette siyasi öznelerle bir siyasi hat doğrultusunda iş yapabilme ve yürüyebilme, bir siyasi talebin arkasına güç toplayabilme, siyasi kampanyalar düzenleyebilme, somut iş kotarabilme becerisinden de söz ediyorum.

YÖNETMEYE TALİP BİR AYDIN TİPİ

Tüm bu yönlerden Doğan Avcıoğlu kurucu bir aydındı. Bunu bir “aydın” tanımı olarak düşünebiliriz. Onun kurucu ideolojiyle, Kemalizmle ilişkisini de bu aydın tanımından yola çıkarak ele almak gerek. Bunu söylediğimde şunu kastediyorum: Bu, ülkeyi kendisi yönetiyormuşcasına düşünen ve ona yollar öneren bir aydın tipi. Kanımca aydın da yönetmeyi düşünen, yönetmeyi planlayan kişi olarak tarif edilebilir. Ve eğer bir düzen kurmak ve onu yönetmek istiyorsanız, birbirine henüz benzemeyen taşları yan yana getirmeyi, onlarla bir temel örmeyi ve onları zaman içinde birbirini destekler ve benzer hale getirmeyi öğrenmek zorundasınız. Bu bakımdan, düşünsel etkinliğini, uygulanan politikaları eleştirmekten ibaret gören bir kişi aydın değildir. Kurmayı, bir yönetme eylemi olarak düşünmek gerek. Düzeni nasıl yöneteceğini, iktidara geldiğinde nelere ihtiyaç olacağını gözetmek, hangi aşamada hangi güçlerle yan yana geleceğini hesaplamak, yol açmak ya da yön tayin etmek, bunun fikri muhasebesini yapabilmek… Aydın faaliyetini bunlar ifade ediyor.

Yön dergisi böyle çıkarılmış bir fikir dergisidir. Avcıoğlu da böyle bir isimdir. Kurucudur. Bu bakımdan Doğan Avcıoğlu’nu düşündüğümüzde, kendisini bizatihi devletmiş gibi algılayan bir aydından söz ediyoruz. Türkiye’nin bir dönem aydını ülkesiyle böyle ilişki kuruyordu. Erken Cumhuriyet dönemi kuşağını; Şevket Süreyyaları, Niyazi Berkesleri, Sabiha Sertelleri ya da Yakup Kadrileri kastediyorum. İktisatçı, tarihçi, gazeteci ya da edebiyatçı olmaları bu açıdan bir fark yaratmıyor. Kendilerini “ülke”, “devlet” ya da “siyasi iktidar” yerine koyarak, onun yerine düşünerek politika yapıyor ya da düşünce üretiyorlardı. Tabii bu, kuşkusuz, o kuşak aydınların halihazırda zaten öyle olmalarının, devleti yönetiyor olmalarının bir sonucudur. Evet, bir dönem devleti yönetmişlerdi. Yöneten kadroydular. Nihayetinde Türkiye entelijansiyasının tarihinde bu var. Havada, boşlukta doğmadılar, devleti yönetirken doğdular ve orada yetiştiler. Üst düzeyde kamu görevleri üstlendiler. Ama yönetimden düştüklerinde de yönetircesine düşünmeye devam ettiler. Bu özelliği, aydınların devletli olması değil, yönetmeye talip olmaları, yönetmeyi bilmeleri biçiminde anlamak çok daha verimlidir. Çünkü bu niteliği “devletli olmak” saymanın doğrudan sonucu, iktidarsızlaşmak, yönetmeyi talep etmekten uzaklaşmaktır. Siyaset ise öncelikle yönetmeyi istemek ve yönetmeye talip olmakla başlıyor. Doğan Avcıoğlu’nun özelliği de tam olarak buydu. Hep iktidarı istemiş ve ülkeyi yönetmeye talip olmuştu. Yeni bir Türkiye kurmak istiyordu ve üstelik onu yönetebilecek donanıma da sahipti. Doğan Avcıoğlu’nu ve Türkiye’nin Düzeni’ni bugün önemli yapan budur.

SIRADAKİ: Gökhan Atılgan: “Avcıoğlu’nun yıkmadığı tek bir tabu kalmamıştı”