January 15, 2025

Tekin Yayın Dağıtım San.Tic.Ltd.Şti

Mimar Sinan Mah. Atlas Çıkmazı Sk. No:7 Üsküdar/İstanbul

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Elif Akkaya

Telefon

0216 323 20 20

E-mail

info@tekinyayinevi.com.tr

Website

Tekin Yayınevi

Teknik Sorumlu

Tetris Teknoloji

Celil Denktaş: Bizim “Doğan Avcıoğlumuz” ve genç kuşağın ilgisi

Celil Denktaş: Bizim “Doğan Avcıoğlumuz” ve genç kuşağın ilgisi

Yazar-çevirmen Celil Denktaş, 70’lerdeki ODTÜ yıllarını ve devrimci gençlik hareketinin Doğan Avcıoğlu’na görece uzak ve hatta sağır kalmasını, 12 Mart sonrasının koşullarına bağlıyor. Denktaş, Devrimci Doğan’ın anlamlarına yönelik sorularımızı yanıtladı.

– Artık saklanamayacak kadar belirginleşmiş bir hareketlenme var. Son dönemde Doğan Avcıoğlu ve yapıtlarına yönelik ilgideki artışı siz nasıl görüyorsunuz? 1970’lerin devrimci ODTÜ’sünde Doğan Avcıoğlu var mıydı gerçekten? En azından sizin çevrenizde…

CELİL DENKTAŞ – Öncelikle şunu belirtmeden edemeyeceğim: Bizlerin dönemine son derece yakın hatta içerisinde diyebileceğim Doğan Avcıoğlu’nun nasıl olup da elli yıl kadar sonra, ne bizim dönemlerle uzaktan yakından ilişki kurulabilecek bir zaman diliminde yaşamakta olup ne de bizim kafa yapılarımızla uzaktan yakından benzerlik kurulabilecek kafa yapılarında yeniden canlanması bana şaşırtıcı geliyor. Bunu, bizim, benim, eksikliğim(iz)e mi bağlamalı yoksa zamane gençliğinin dikkat çeken bilgi açlığına mı, bilemiyorum. Belki nedenini bu iki seçeneğe hapsetmek de yanlış, ya da haksızlık. YouTube kanallarında gençler tarafından yoğun olarak tartışılmaya başlanmasında Tekin Yayınevi’nin Türkiye’nin Düzeni’ni eksiksiz yeniden basacağını duyurmasının da payı olabilir.

– Buradaki saklı soruyu derinleştirelim. Bu ilgiye bir neden bulmak gerekir…

CELİL DENKTAŞ – Doğru. Soralım: Neden, Türkiye’nin Düzeni’nden önce aynı hatta çalışmış, Uzunçarşılı’nın, Barkan’ın, İnalcık’ın, hatta Küçükömer veya Divitçioğlu’nun, ya da daha sonra alanı geliştiren, İsmail Cem’in (Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi), hatta konuyu daha da üst akademik bir düzeye taşıyan, Stefanos Yerasimos’un (Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye), veya Mustafa Akdağ’ın (Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası, ve Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi), ya da AÜ-SBF akademisyenlerinin, Sina Akşin’in editörlüğündeki tarihi daha yakın kolektif çalışması, Türkiye Tarihi gençlerin bu kadar ilgisini çekmedi?

Elbette bu saydıklarıma eklenecek bir dolu başka çalışma var. Ben, 60’lı, 70’li yıllarda kalayım; hatırladığım kadarıyla tabii. Bir de üniversite öğrenciliğim sırasında kimi derslere -tabii okul dışı siyasi tartışmalarımız dışında- yan kaynak olarak kullanmış olduğumuz için aklımda kaldığından. Ama, Doğan Avcıoğlu yok! Alanım siyaset bilimi olduğu halde bırakın müfredatları, akademide, herhangi bir derste veya seminerde adının anıldığını bile hatırlamıyorum. Ama bugün, kimilerinin neredeyse genelini apolitik olarak damgaladıkları 20’li, 30’lu yaş gençliğinde yeniden doğuyor.

DEV-GENÇ’Lİ AĞABEYLER

Doğan Avcıoğlu adını ilk kez, 12 Mart öncesinde, DEV-GENÇ’li ağabeylerimizin kıyısından köşesinden sohbet/tartışmalarına kulak kabarttığımda duymuştum. Uzatmalı(!) orta öğrenimimin ilk yıllarıydı. Arkadaş çevremdekilerden kimilerinin ağabeyleri, Türkiye’nin düzenini tartışıyorlardı. Bunun zaten, elle tutulur bir kitap olduğunu daha sonraları öğrendim ama o zaman da bulup okumadım, solculuğum henüz edebiyatın sınırlarını zorlamamıştı, dolayısıyla ilgimi çekmemiş olmalı. Kitabın kendisiyle tanışmam çok sonradır. Ankara’da, çalışmalarına ender olarak katıldığım, Tüm İktisatçılar Birliği’nde devrimci arkadaşlarına bilinç taşımayı kendilerine fedakârca görev edinmiş arkadaşlarım sayesindedir (Burada parantez açıp, o zamanki TİB yayınlarının da -ki hem nicel hem de nitelik olarak oldukça zengindir- yeniden basımlarının günümüz meraklı gençliğine ışık tutacağını ekleyeyim; ilgilenenlere!..)

Yalçın Küçük’te, Doğan Avcıoğlu’yla yeniden karşılaştıktan sonra kendi kendime sormuştum; hani güya siyaset bilimi yapmıştık, eh, siyasi mücadeleye de bir şekilde karışmış, biraz da bedel ödemiştik; peki, hal böyleyken Doğan Avcıoğlu’nu bilmemek, merak etmemek büyük bir eksiklik, hatta ayıp değil miydi? Bugün, sizin bu soruşturmanız sayesinde, düşünüp irdelediğimde buna, “Hayır!”, cevabını veriyorum. Çünkü Doğan Avcıoğlu’nu 70’li yılların devrimci gençliğinden -hoş, bunu devrimci gençlik hareketinin tamamı için, hatta o yılların DEV-GENÇ çizgisi için söylemem elbette yanlış, ama kendi dar çevrem açısından rahatlıkla söylüyorum-, uzak tutan nedenler tamamen devrimci mücadeleye yapılan içli dışlı müdahalelerden, devrimcilere uygulanan hem fiziki hem kültürel şiddetten kaynaklanıyor.

Galiba biraz da, Doğan Avcıoğlu’nun kendi payı var bunda.

– Avcıoğlu’nun bu payını biraz açabilir misiniz?

CELİL DENKTAŞ – Açayım: Türkiye’nin Düzeni’nin yoğun olarak konuşulduğu 12 Mart öncesi aylar, yıllar aynı zamanda da sol çevrelerde ve aydınlarda siyasal sistemin değişeceğine dair beklentinin yükseldiği bir zaman dilimiydi. Bizim, elbette İstanbul, Kadıköy’deki kendi yakın arkadaş çevremden söz ediyorum, orta okul yıllarında edebiyat dışında, bilerek ve bilmeyerek üzerinde düşünce ürettiğimiz en önemli konu, nasıl bir yaşamı istediğimizdi. DEV-GENÇ’in yükselttiği mücadele işte tam da o sıralarda “imdadımıza yetişti”.

Biz, kesinlikle eşit, hür, açık ve elbette eğlenceli bir yaşam istiyorduk ve devrimci sol düşünce bu özlediğimiz yaşamı bize veriyordu. Eh, kulaktan duyma öğrendiğimiz haliyle, Sovyetler Birliği ve bir dolu diğer ülkede böyle bir yaşam ete kemiğe de bürünmüştü işte. Hem estetik hem de sesleniş gücü açısından taptığımız, Nâzım Hikmet ve diğer “komünist damgalı” edebiyatçılar da bunu söylüyordu zaten. Kimi, Atatürk’ü dilinden düşürmeyen büyüklerimizin ve tabii günün çoğunluk siyasi kadrolarının, hele çoktan el yordamıyla uzak durmayı yeğlediğimiz faşist parti ve uzantılarının ağızlarını köpürte köpürte komünizme lanet okumaları bizi yeni yeni yayımlanmaya başlayan sol edebiyata ve siyasete iyice bağlıyordu. Marx’ı, Engels’i, Lenin’i ve o günlerin en çok konuşulan kahramanları, Fidel Castro ve Che’yi arayıp bulup okumak, sonra da üzerlerine ahkâm kesmek en sevdiğimiz “entelektüel” faaliyetimizdi.

– Peki, nasıl olacaktı bu? Yani Türkiye’de genelde aklı başında herkesin arıyormuş, özlüyormuş gibi göründüğü adil, hakça düzen nasıl gelecekti? Ne diyorsunuz?

CELİL DENKTAŞ – O yılların siyasi kadrolarına, söylemi hep birbirine benzer, değişmeyen parlamento içi dışı parti kapışmalarına ve tabii bizim kendi gözlerimizle görüp artık emin olduğumuz, zenginlerin sosyal hayattaki dayatıcı, acıtıcı üstünlüklerine rağmen bu nasıl olacaktı. Devletin silahlı güçleri bile bunları koruyordu. Cevabın bir bölümü, çoğunluğu yaşanmış pratikleri aktaran, yorumlayan kitaplarda vardı. Ki, silahlı mücadeleler, darbeler vs. zaten açıkça tartışılıyordu. Yalnız, elimize ne geçerse okumamıza, ağabeylerin ısrarlı sorularımıza cevap yetiştirmeye çalışmalarına rağmen, yetersizliğimiz sürekli ağır basıyordu. Bazen, ağabeylerimizin de pek yeterli olmadığını farkediyorduk.

12 MART KARABASANI

Her şeye rağmen beklentilerimizi, iyimserliğimizi yüksek tutan, Atatürkçü büyüklere inat, uzun yıllar “Kalpaklı Mustafa Kemal”i simgesi olarak kullanan DEV-GENÇ ve bir de, “yedi düvele meydan okuyan” Bağımsızlık Savaşı’ydı. Ruhi Su’nun o davudi sesinden dinlediğimiz, Kuvayı Milliye Destanı’ndan parçalar kan dolaşımımızı hızlandırıyordu.

İşte 12 Mart, tam da bu sırada yaşamımıza bir karabasan gibi daldı. O gün, TRT’de okunan “muhtıra”yı ilk başlarda, birkaç ay sürdü bu, beklenen sol darbe olarak görenler çoğunluktaydı. Öyle ya, iktidarda zenginlerin partisi vardı, Mustafa Kemal’in ordusu da buna karşı bir muhtıra vermişti. Demirel’in apar topar “şapkayı alıp” gitmesi, işte herkesin aylardır konuştuğu darbeydi. Tıpkı 27 Mayıs’taki gibi zorbalar cezalandırılacak, eşitlik, özgürlük “tesis edilecek”ti. Oysa, henüz on ay önce, devletin ordusuyla birlikte, 15-16 Haziran’a karşı nasıl tavır aldığı unutulmuştu. DEV-GENÇ’imiz de, sol da aldanmıştı; bunu kısa bir süre sonra öğrendik, bedeli oldukça ağır ödendi. Bizi güya koruyup kollayan Atatürkçü büyüklerimiz kıllarını kıpırdatmadılar. Kimi, kendi evladını ihbar etmekte tereddüt etmedi.

12 Mart’ın anlamı bizler için, Atatürk’ün verdiği mücadeleden, gerek Bağımsızlık Savaşı, gerekse Cumhuriyet reformlarından esinlenerek bunları geliştirip ileriye taşımayı üzerine vazife edinenlere sermayenin düzeni ve tarafından, Atatürkçülük adı altında uygulanan şiddet ve terör olarak bilindi uzunca bir süre. Mustafa Kemal’in ordusu birebir araç olarak kullanıldı, aslında emperyalist antiterör okullarında yetiştirilmiş ajanların gizli polis kimliğinde somutlaştırdığı şiddet, askerin kalkanı arkasında kalarak ikinci plana düşmeyi becerdi. Tabii “darbe”nin Atatürk’ün adıyla birlikte öne çıkan şirreti de o gün itibariyle sol düşünceyi uzunca bir dönem için ordu desteği, dayanışması düşüncesinden uzaklaştırdı. Oysa solun, hatta 12 Eylül’de bile, ordu içerisinde oldukça güçlü bağlara sahip olduğunu biliyoruz. Ama 70’li yılların devrimci sol geneli için içerisinde ordunun da olduğu devrim bitmişti.

– Doğan Avcıoğlu’nun talihsizliği bu herhalde…

CELİL DENKTAŞ – Evet, Avcıoğlu’nun talihsizliği 12 Mart öncesinin hararetli sol tartışmalarına giren, Cemal Madanoğlu ve ekibi tarafından iyice derinleştirilen, ordunun başını çekeceği bir sol darbe zorunluluğuna adeta eklemlenen Devrim Üzerine’sini, 12 Mart’tan çok kısa bir süre önce yayınlamış olmasıdır. Bende, Bilgi Yayınevi’nin Şubat 1971’de yaptığı ilk baskısı var. Kitabı, 1973 haziranında almışım; “uzatmalı” lise yıllarım. Sıkıyönetim ve o günlerde hâlâ süren şiddete karşın bu kitabı nereden nasıl bulup almışım, hatırlamıyorum. Ama neden almış olduğumu şimdi tahmin edebiliyorum: Acaba 12 Mart’la solun kafasına kakılan Atatürkçü darbecilik neyin nesidir? Ki, o günler, Ecevit’in sıçrayış yaptığı ve belli ki devrimi nasıl yapacağımızı yeniden tartışmaya başlayacağımız günlerin yaklaştığı iyimserliğini taşıyacağımız, 1973 seçimlerinin kapısının açıldığı günler.

“BİRİKİMCİLİK” SAHNEDE

Tabii Doğan Avcıoğlu, ordu aşkıyla malul bir tür kemalizmin geliştirilip ülkeyi ileriye, sosyalizme taşıyacak bir işlevi olduğu düşüncesinin temsilcisi olarak bilinmiş ki, projelerde yok. 12 Mart öncesinde başlarına ekşidiğimiz DEV-GENÇ’li ağabeylerimiz de uzunca bir süredir yok. Onları ancak, 1974 kasımında, ODTÜ’de, bu kez kendi içimizde tekrar bulduk. Onların, 1969’da ODTÜ rektörlüğü önünde ters çevirip yaktıkları, Vietnam kasabı Komer’in arabasının dumanı hâlâ tüterken.

– Liberallerin hızla ve sol içinde yayılması böyle bir iklimde kolay oldu tabii…

CELİL DENKTAŞ – Öyle. Mustafa Kemal’e, Cumhuriyet’in kuruluş dönemine, ya da şöyle diyelim, bir bütün olarak Atatürkçülük diye tanımlanabilecek yaklaşımlar, tezler, politikalar ve tabii şiddet bütününe, 12 Mart sonrası devrimci gençlik mücadelesi içerisinde sıcak bakılmaması, ötelenmesi ve hatta kimi sol gruplarca açıktan cephe alınmasının temel nedenlerinden birinin de, 12 Mart’ın ustaca kullanmış olduğu kemalizm maskesi dışında, bunu açıkça karşısına aldığını övünerek söyleyen, yazan liberallerin öğrenci gençlik içerisinde artık iyice kök salmış olan sola o yıllarda yaptığı sistematik ve son derece başarılı müdahalesi olduğunu söylemeliyim.

Oldukça yüksek görünen bilgi birikimleri, imrenilesi demokrasileriyle “ünlü” batı ülkeleriyle sıcak dost olmaları, kalem ve hitabet gücü, manevi kültür öğelerine olan derin hâkimiyetleri, bilgi ve aydınlanmanın peşinde olan çoğu sol eğilimli genci bir mıknatıs gibi kendisine çekmeyi kısa sürede başarmıştı.

– Herhalde tamamını değil…

CELİL DENKTAŞ – Değil tabii. Emek mücadelesiyle çoktan sıcak ilişkiye girmiş olan devrimci gençliğin bir bölümünde bu müdahaleye karşı ciddi bir direnç zaten vardı. Bu süreçte, yani 1974 sonrası, 1975 yılı içerisinde yayına başlayarak devrimcilerin büyük ölçüde ilgisini çekmeyi başaran Birikim’den birkaç ay sonra yayınlanmaya başlayan Devrimci Gençlik dergisinin doğrudan marksist yöntem tartışmalarına girmesi, ki bu tartışma daha önce de broşür olarak çıkmıştı, bunu gösterir.

Devrimci Gençlik hareketi, 12 Mart öncesinin DEV-GENÇ kırsal faaliyetleri ve sendika çalışmaları kalıtımlarını, 15-16 Haziran büyük işçi kalkışmasının taze anısını içinde barındırıyordu. Dolayısıyla da, hem sınıf mücadelesi temelinin uzağına düşen elit devrim, darbe tezlerinin, hem de ideoloji, kültür şemsiyesi altında kendi içerisinde sürekli top çevirerek karşı kaleye şut atmaktan uzak durmaya çalışan, marksizm tartışmalarını neredeyse “kimseye zararı olmayan bir hobby” düzeyine indirgeyen liberal gevezeliklerin uzağında durmaya özen gösteriyordu.

Gerçi evet, buraya şu notu düşmekten kaçınmayacağım: Murat Belge’yi falan her Ankara’ya gelişinde gidip hayranlıkla dinlediğimizi (Batı’da, kızların nasıl erkeklerle eşit sayıldığını, kendi evlerindeki toplantılarda -ki en canalıcı olanı da buydu- çay servisinin yalnızca kadınlar tarafından değil, sık sık erkekler tarafından da yapıldığını ballandıra ballandıra anlatırdı), devrimci hareketin Birikimcilerle zaman zaman kısa süreli koltuk temasına girdiğini kabul ediyorum. Mesela,  Althusser’in, Laclau’nun, Poulantzas’ın, batıdaki güncel tartışmaların -her ne kadar filtrelenip aktarılsa da-, bize gelmesi onlar sayesindedir. Ama dil bilenimiz çoğaldıkça bu aracılara gerek kalmadı. Bir de tabii, “sosyalist gerçekçilik”e yaptıkları -ki bu, yalnızca Birikim’le sınırlı değildi- sistemli saldırıları da aramıza sınır çeken önemli noktalardan biridir. Bu konuyu kapatmak için söyleyeyim: Bizi yanlışa yöneltmeleri, bize doğruyu göstermiş oldu!

– Peki, araya girip soralım: Bugünün 20’li, 30’lu yaşların gençliği Doğan Avcıoğlu’nda acaba aradıkları, artık sapına kadar radikal olmak zorunda olan çözümü mü buldular? Türkiye’nin Düzeni’nde mi? Neden, Devrim Üzerine’de değil?

CELİL DENKTAŞ – Yine de, bugüne ulaştığı açık değeri açısından Türkiye’nin Düzeni’nin, bu toprakların sosyal ekonomik tarihi üzerine yapılan diğer tüm çalışmalarla birlikte hak ettiği yere, bizim olan her şey gibi ihtimamla, oturtulmasını önemli buluyorum. Tıpkı, yakın bir tarihte yararlandığım, Türklerin Tarihi çalışması gibi. Doğan Avcıoğlu’nun bu büyük emeği bende hayret uyandırmıştı. Devrim Üzerine’nin yazarının kaleminden çok sonra bir de, Türklerin Tarihi’nin çıkmış olmasına çok şaşırmıştım.

BU ARAYIŞA ŞAŞIRAMAYIZ

Kendi çocuğumun “daha iyi”yi arayışı -ki bizim arayışımız da buydu; yalnız bir farkla, biz daha iyiyi buradaki mevcudu dönüştürmeyi hedefleyerek arıyorduk ve bu dönüştürme işi epeyce radikaldi-, bizimkinden farklı olarak, farklı coğrafyalara açıldı ve esnekleşti. Devrim yine vardı ama liberalizm de hortlamıştı, üstelik bu kez 12 Eylül’ün açtığı uçsuz bucaksız alanı da kendi emrine amade bularak. O kuşak da daha iyiyi bulamadı tabii; bizim yenilgilerimiz, yanılgılarımız, birbirimizin gırtlağına çökmemiz, kıyıya köşeye sıkışan birikimleri doğru dürüst aktaramamamız mı bunda rol oynadı, bilemiyorum. Oysa bugün, 20’li, 30’lu yaş kuşağının arayışı, “iyi”den bağımsız, dört yana son derece açık gelişiyor ve bakıldığında, bence, iki uçta kabaca netleşiyor. Kısmen pasif olanlar, kavgayı gürültüyü sevmeyenler, isyanını deizmle ifade ediyor, ki bu, hiçbir kurala sınıra bağlı, gebe olmayayımın ifadesi sanki, diğer uçta kapışmaya hazır olup da hiçbir yerden hiçbir şeyden medet ummayanlar. Bunlar da sanki el yordamıyla jakobenliğe yöneliyor.

Kemalizm, son yıllarda yeniden ve yeniden ele alındıkça, Cumhuriyet değerlerine yeniden ciddi bir bakış atma zorunluluğu dayattıkça, kendilerinden önceki kuşakları kafalarında sıfırlayanların bu arayışına şaşmamalı. Özünde bir bağımsızlık mücadelesi var sonuçta. Bu ikincilerin Doğan Avcıoğlu’nda bulmayı umdukları belki de bu. Ama sosyalizm olmadığı kesin.

Doğan Avcıoğlu’nun kabahati hep emperyalizmde bulması, yaşadıkları her dakikanın emperyalizmin doğrudan saldırısı altında olduğunu görebilen, emperyalizmle açık işbirliği içerisinde olduklarını artık saklamak gereği bile duymayan yüzsüzlerin habire tacizine uğrayan bu gençler açısından doğruluğu kabul edilebilir, tabii iç dinamiklerin tümüyle çöpe atılması koşuluyla. Oysa bu gençler, tartışmalarında ülke dinamiklerinin nasıl önlerini kestiğini de dile getirmiyor değil. Her gün hep birlikte yaşanan felâketlerin de tek başına dış güçlerin marifeti olmadığının da pekâlâ farkında olacak kadar akıllılar. Emperyalizme direnmenin, onu ülke toprakları dışına sürmenin temel başlangıç koşullarından birinin bağımsızlık ve Cumhuriyet kazanımlarının yeni baştan yerine oturtulması olduğu kabul edilirse gençlerin Doğan Avcıoğlu’nu merak etmelerinin garipsenecek bir yanı yok.

Devrimci sol partilere, örgütlü yapılara büyük bir görev düşüyor: Gençlerin, Türkiye’nin Düzeni’ni hazmetmelerinde ve önlerinin açılmasında sorumluluk almak! Kapitalizm debelendikçe dünyayı beter felâketlere sürükleyecek. Bunu kendi coğrafyamızda, içte dışta birebir yaşıyoruz. Şimdi, bu gençlerin ve diğer gençlerin, ve bu felâketlerden dolayı acı çekmekte olan herkesin elinden tutma zamanıdır. Yalnız kalmanın çaresizliğine direnip bunu örgütlenerek aşmayı bilenlerin, ince eleyip sık dokumalara fazla takılmadan gençliği ve dolayısıyla insanlığı, giderek dibi olmadığını daha iyi anladığımız bu bataktan çekip çıkartmak için harekete geçmesi gerekir. Kurtuluşun gerçek sosyalizmin kuruluşunda olduğunu anlatmaktan bıkmamak, ama Doğan Avcıoğlu’yla, ama hayatını bu ülkenin, insanlığın esenliği için ortaya koymuş diğer devrimcilerle!

SIRADAKİ: Coşkun Soysal: “Kendisini sosyalist olarak tanımladı, daima sosyalizm tartışması
yürüttü”