May 7, 2025

Tekin Yayın Dağıtım San.Tic.Ltd.Şti

Mimar Sinan Mah. Atlas Çıkmazı Sk. No:7 Üsküdar/İstanbul

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Elif Akkaya

Telefon

0216 323 20 20

E-mail

info@tekinyayinevi.com.tr

Website

Tekin Yayınevi

Teknik Sorumlu

Tetris Teknoloji

1975-80: Küçük kara civcivleri ve buzdağının görünmeyen yüzünü anlatmak

1975-80: Küçük kara civcivleri ve buzdağının görünmeyen yüzünü anlatmak

OSMAN ÇUTSAY

Okurken paramparça olmak mı? Öyle: Temiz bir dille ve büyük “edebî” iddialar taşımaksızın ama bir görev bilinciyle üretilmiş, sevgi dolu bir kitap karşısındayız. Neredeyse 50 yıl sonra, eski Türkiye’nin belki de en uzun ve umut dolu 5 yılının hâlâ meçhul kavgacılarını ucundan ucundan anlatan bir kitap. Sonda söyleyeceğimizi, başta söyleyelim: Her durumda, kirli Türkiye kapitalizmine serpiştirilmiş sürüyle “şaşaalı” kitabı ıskartaya çıkaran bir zenginlik bu. Saklı portrelerden oluşuyor. Ancak asıl önemlisi, yazarın portresini de bu portreler üzerinden okuyabiliyoruz.

Hepimizin portresi aslında. Anlatılan bizim hikâyemizdir.

Bir şeylerin değişeceği, hatta değişmeye başladığı anlaşılıyor.

İsteyen bir roman olarak da okuyabilir. Böyle parçalı olmasına şaşırarak ve romanın tanımına sığmadığından emin olarak. Ama öyle. Halil Yıldız, “Kısa Hayatların Uzun Hikâyeleri” başlığını uygun gördüğü kitabında, yazacağı yeni kitap veya kitapların da haberini veriyor. Bu bir yana, asıl mesaj galiba şu: Müthiş bir dönemin müthiş hayatlarını anlatan hiç olmadı, bazıları hiç denemedi değil, özellikle liberal karşıdevrimcilik buraların ekmeğini yedi epey, ama devrimcilere yakışır bir işçilikle bizimkiler bu hayatları bir türlü yazamamıştı. Ortada büyük bir boşluk hâlâ var ve işte Halil Yıldız, bu boşluğa da dikkat çekmiş oluyor: Neden anlatılamadı? Bu soruya yanıt aramayacağız.

Yanıtını burada derinlemesine aramayacağımız bir diğer soru da şu: Antikomünist bir histeri cephesi halini almış Türk edebiyatı bu yükün altına girebilecek güçte miydi? Böyle bir niyeti var mıydı? O niyeti uygulamaya sokabilecek enerjiye bugün sahip mi? Olan bitenin farkında mı? Yoksa bir işgal edebiyatı olarak zaten kendi halinde yaşayıp, daha doğrusu çürüyüp gidiyor mu? Antikomünist histerinin liberal gölgesi her şeyi çürütmedi mi? Öyledir.

(Elbette bir tartışma konusudur, değinmeden geçmeyelim: 1960’lar mı yoksa 1970’ler mi eski Türkiye’nin en uzun 10 yılıydı? Büyük sıçrama yıllarının, 60’ların -Türkiye’de bir 68 yoktur, 60’lar vardır, ille aranırsa 1965 vardır- bütün ışığı ve gölgesini 1970’ler, özellikle de 1975-1980 arası taşımıştı. 12 Eylül’ü hazırlayan ve egemen sınıflarca örgütlenen içsavaşın en uzun, en sıcak, en acımasız yıllarıdır 70’ler. Öncesi bu denli sıcak değildi. Peki, ya o direnen on binlerce devrimci genç? Buzdağımızın suyun altında kalmış onda dokuzluk kütlesi? 650 bin kişinin gözaltına alındığı, 1 milyon 683 bin kişinin fişlendiği bir dönemin hemen öncesindeki yıllardan söz ediyoruz.)

KENDİMİZİ ANLATAMAYINCA…

Halil Yıldız, acımasız 70’lerin kahramanlarını, yani sıradan insanlarını, her zaman mütevazı genç devrimcileri hatırlıyor ve hatırlatıyor. Bilemediğimiz, anlayamadığımız, anlatamadığımız bir insan tipi bu. Cehennem yolcuları. Büyük bedelleri gözlerini kırpmadan ödeyen ve bu dünyadan “sessiz sitemsiz” çekilip giden kardeşlerimiz. Bu insanları doğru dürüst işleyememiş, çünkü hiç anlayamamış ve anlatamamış bir edebiyatın muhafızları mı, yoksa Halil Yıldızlar mı? Halk çocukları: Cumhuriyetin son kırıntılarından yararlanarak yoksulluğun ve cehaletin pençesinde kavrulmaktan kurtulmuş, ama kendilerini halka adamış gencecik yetenekli insanlar. Halil Yıldızlar.

Çoktular: Esatların, Özcanların, Refahların, Ahmet Zenginlerin, Şevki Ömeroğluların, hatta Süleyman ağabeylerin, Kemal Karaca, Kâmil Amca ve oğlu Enver’in Türkiye’sinde genç olmak “gencölmek” idi. İyi de bütün bu genç devrimcileri neden yol arkadaşları değil de Ahmet Altan-Latife Tekin okulu pazara sürdü ve anılarını kirletebildi? Her devrimcinin biraz da şair olduğu yılların kavgacıları, neden kendilerini anlatamadı? Halil Yıldız, yitirdiği kadim dostu Esat’a sesleniyor kitapta: “Bunları özellikle yazıyorum, oraları unutmayalım diye.” (s. 81) Unuttuğumuzun, anlatamadığımızın bir ifadesi olarak da okunabilir bu serzeniş.

Her biri gerçekten ince gözlemlerin ve iyiliğin ürünü bu saklı portrelerin, yazarın da resmini verdiğini söyledik. Yoksulluğun pençesinden çıkıp gelen genç insanların resmi: “1965 Genel Seçimleri öncesinde Antalya’nın Serik ilçesinin bir köyünde pamuk işçiliğindeydik ailecek.” (s. 83) Sadece bu bile 70’lerdeki toplumsal yükselişin bir emekçi karakteri taşıdığını göstermiyor mu? Öyle. İç içeydik.

KARA CİVCİV VE BALYOZ

Bir kuşak dedik. Onat Kutlar’ı(*) da anarak ve Halil Yıldız’ın devrimciliğinin başında -tıpkı bu satırların yazarı gibi- çok etkilendiği bir kısa filmi vurgulamış olalım. Bir Yugoslav filmi “Malj” (Balyoz) bu. Gerçekten de sözü geçen yılları ve devrimcilerini en iyi anlatan bir film. Kara civcivlerdik…

Kimileri için çok acı olabilir, ama gerçekler hep böyle değil midir? Acıtır: Son 50 yılın Türk edebiyatı hiçbir şey anlatamadı. İnsanı yazamayan bir edebiyattı. Anlatmaya kalktıkları canlı insanlarımızı temsil etmiyordu. Kurmaca ve kukla şeylerdi. Eğer kısaca özetlemek gerekirse, böyle bu. Oysa somut gerçeklik (mekân) büyük olanaklar içeriyordu. Toplumsal kalkışma, edebiyatta bir hareketi, bir aşkınlığı tetiklemedi. Ekmeğini bu havuzdan çıkaranlar oldu gerçi. Bu sitede Semih Gümüşgillere dikkat çekmiştik.(**) Onların egemenliğinde de devam ediyor zaten. Tabii bazı devrimci arayışların ve atılımların hakkını yemeyelim. Ancak onların etkili ve kalıcı olamadıkları çok açık.

12 Eylül kuşağı yazılamadı. Elbette yazılanlar var. Hatta bazıları çok önemli. Ama bir genelleme yaparsak, etkileri olmadığını söylemek durumundayız. Yazıldığını iddia edip Ahmet Altangilleri masaya sürenler olacaktır; onları biliyoruz. Hepsinin özeti: 1975-1980 arası devrimci kuşak, biraz geniş tutarak söylersek 1952-1962 doğumlu devrimciler, edebi bir aşkınlığa konu olamadılar. Kendi içlerinden devrimci ve etkili bir edebiyat çıkaramadılar, onları anlatan bir sonraki kuşak da çıkmadı. Tam bir çıkmaz sokak.

1975 yılı: Aradan 50 yıl geçince bunun sancıları daha bir görünür oluyor. Sevindirici olan, edebiyat dışı kitaplarla o müthiş on yılın mücadele insanlarının konu edilmesidir. Gerçi Latife Tekin ve Ahmet Altangiller hemen edebiyata sardırmıştı gençlerin devrimci direncini ve kirletmişlerdi bütün gericilikleriyle. Sonra zaman değişti. 1970’ler kuşağının 12 Eylül’e gerekçe olan gençlerin, özellikle bazı önder kadroların yaşamı, direnci, son yıllarda edebiyat dışı (“nonfiction”) yapıtları tetikledi. Art arda sosyalist eğilimli yayınevleri biyografi ağırlıklı kitaplarla o kuşağın olağanüstü gençlerini, o muhteşem mağlupları, direnen önder kadroları işliyor. Buzdağının görünen kısmını yani…

Edebiyatın bu alanda nasıl bir işgal altında olduğunu verimlere bakarak görebiliyoruz. Halil Yıldız bu alanda cüretli bir deneme yapıyor. “Kısa Hayatların Uzun Hikâyeleri” alışılmış edebiyatın sınırlarını zorlayan ve hatta onunla ilgisizliğini saklamayan bir kitap aslında. Her sayfasında paramparça olarak okumak zorunda kalıyoruz. Bir haberci de diyebiliriz. Bu devrimci biyografilerin mutlaka ayrıntılarıyla anlatılması gerekiyordu ve bu, yapılamıyordu. Ancak artık yeni adımlar atılıyor. Nitekim, yoksul bir ailenin zeki çocuğu, Halil Yıldız, yaşamından ve en önemlisi tanıklıklarından kesitlerle yıkılan cumhuriyeti kurtarmaya çalışan bir kuşağın kaderini/karakterini anlatıyor. Başkalarının yapamadığını yapıyor.

MAĞDURİYET DEĞİL, ŞİKÂYET DE DEĞİL

Halil Yıldız biyografik denemesiyle bizatihi romanesk bir şans. Yenilgiyi kabullenmeyenlerin içinden gelen, devrimci ve duyarlı bir gözlemci, tanık ve anlatıcı… Bu gözlem gücünü kitaba, ancak fazla da öne çıkarmadan, serpiştirdiğini görüyoruz. Tevazu, her zaman güçlü bir enerji kaynağıdır. 

Bir şikâyet olarak da okunmaması gerekir bu kitabın. Bir mağduriyet inlemesi değil çünkü. O binlerce, on binlerce devrimcinin ve direnme günlüklerinin layıkıyla anlatılamamasından doğan bir hüzün aslında. Kendine bu eksiklikten bir görev biçmiş olduğu anlaşılıyor. 2015’te Esat’ın, 2011’de Refah’ın kendilerine biçtikleri sonu, Boğaziçi Üniversitesi’ni kazanan ama devrimci siyaset adına belgesi yırtılıp atılan Ahmet Zengin’i, genç ömründen beri çektiği sağlık sorunlarına rağmen sorularla yaşamayı, onlara çözüm aramayı bırakmayan ve sessizce çekilip giden Şevki Ömeroğlu’nu, Nihal’i  kimler hatırlıyor? Hatırlayanlar neden anlatmıyor? Türkiye devrimci hareketinde saklı ama bizi zenginleştirmeyen, tersine, tarihimizi yoksullaştırma hizmeti veren bir yanlış tevazuyu zorlama zamanı gelmiş değil midir? Halil Yıldız, Alexandar İliç’in bizim kuşağı derinden etkileyen o kara civcivini hatırlatır ve cezaevlerindeki genç ve hatta -pek nadir de olsa- yaşlı ömürleri, bütün yalınlıklarıyla anlatırken, “buzdağımızın görünmeyen asıl büyük kütlesine yönelmeyi” önermiş oluyor. Peki..

Tamam, o insanları anlatmak gerek, ama bize miras kalmış eski dille ve bu edebiyatın içinde mi? Radikal bir sıçrama olmaksızın, zor.

Şu genç insanı nasıl anlatacaksınız, bize miras kalmış “devrimci” bir dille? Şu insanı: 

“1970’li yılların sonlarında Ankara’da, ODTÜ’de öldürülen devrimci öğrenci önderi Ertuğrul için yazılmış olan ‘Ertuğrul’a Ağıt’ı ilk kez bir gecede, gözlerim dolarak dinlediğimde, ‘Eğer böyle bir hikâyem olacaksa, adıma böyle bir türkü yakılacaksa, ölüm ne ki!’ diye düşünmüştüm ve belki de ‘kıskanmıştım’ desem, çok mu abartmış olurum? Bence değil, o günlerin duygularıydı bunlar.

Bir süredir bu sayfalarda anlatmaya çalıştığım tam da bu. Bir dönemin yaşanmışlıklarını ve kahramanlarının hikâyelerinden küçük ayrıntıları hafızamın derinliklerinden çıkarıp, bir kez daha tarih önüne koymak.” (s. 98)

Ya şunu:

“Bir gün yaşamöykümü birkaç cümleyle özetlemem istendiğinde; öğretmen okulunu kazandığım ânı ‘Önümdeki hayatı dümdüz ettiğimi düşünmüştüm,’ diyerek ifade ederken, yıllar sonra Metris’te tahliye evrakını imzaladığım ânı ise, ‘ne hissedeceğimi bilemedim, şaşkındım,’ diye tanımlamıştım.” (s. 115)

Bugüne bakalım. Acı, fakat belki de özgürleştirici olan bir şey var: Devrimci gençler, eskisi gibi şiir yazmıyorlar. Öyle bir şiir şiddetiyle veya şiirsizlik şiddetiyle ya da şiir şiddetsizliği ile yüz yüzeyiz Türkiye’nin altüst olma günlerinde. 2025’teyiz.

İsteyen 1960’ların devrimci şairlerinin, hatta 1951 tevkifatının türettiği genç ozanların şiir tutkusunun, hatta Aziz Nesin’in bile izini sürmeye kalkabilir. Tek tük istisnaları bir yana bırakısrsak mirasçısı olmayan  bir kalkışmaymış o yıllar demek ki. Şimdi yok. Bazı isimleri anabiliriz, bir ara sosyalistlere bulaşmış, bugün artık berbat bataklıklarda ömürlerini kapatmaya hazırlanıyorlar. Çoktan kopup gittiler.

Bu, sadece onların suçu değil.

BUGÜNÜ GEÇMİŞLE AÇIKLAYAMAZSAK EĞER…

Şiirin, sosyalizmle bağını koparmışsa, kendi başına sadece karşıdevrimci bir enerjiyi açığa çıkardığı iddiasının altını çizebiliriz. Güzel veya kalıplar çerçevesinde bir şeyler karalama tekniği, teknolojisi, güzel söz söyleme sanatını güçlendirdi. Belagatın şehvetine veya alışılmış belagat kurallarını kırma şehvetine kapılmış, o şehveti pazarlayarak devrimci bir entelektüel şiddetin çok uzağını arayan kuşaklar rol çalmayı başardı…

Dikkat ettiniz mi? Gezi’de şiir diye İkinci Yeni’den fırlak aforizmalar duvarlara yansımıştı. Şimdilerde genç kuşak dilsiz kalmış gibidir. 12 Eylül öncesinde, duvarlarda, afişlerde, korsan mitinglerde, yasak dergilerde Nâzım, 51 tevkifatının gençleri Ahmet Arif, Enver Gökçe, Arif Damar vardı. Biraz da Hasan Hüseyin vardı. Bugün neredeyse toplumsal kalkışmanın tamamen dışına itilmiş ozanlar bunlar. Yenileri de yetişmiş görünmüyor. Haksızlık mı ediyoruz?

Sorun mu?

Pek değil.

Hatta çok iyi. Geçmiş devrimci kuşakların ağırlığının, genç devrimci kuşakların üzerine çökmemesine üzülecek değiliz. Bugünü geçmişle açıklayamayız.

Kapatmak için söyleyelim artık. 1975-1980 arasında dünyayı altüst etmeyi başaran ve burjuvaziyi de askeri bir cuntayla Türkiye’yi bitirme kararına iten, o cumhuriyeti sosyalistleştirmeye çalışan bizim çocukların karakterini özetleyemez miyiz? Mümkündür…

Bir: Sayısız denecek kadar çok sayıdaydılar. İki: Entelektüel kapasiteleri yüksekti. Üç: Yürekleri ülke ve yoksul halk sevgisiyle doluydu. Dört: Her türlü riski alabiliyorlardı.

Bütün bu özelliklerine rağmen neden yenildiler peki? Halil Yıldız, bu kitabıyla, bize biraz da Nâzım’ın Şeyh Bedrettin Destanı’nı hatırlatıyor:

“Yenildiler.

(…)

Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların zarurî neticesi bu!

Deme, bilirim!

O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.

Ama bu yürek

o, bu dilden anlamaz pek.”

Bu güzel kitap için şükran borçluyuz Halil Yıldız’a. Ondan yeni kitaplar ve genç kuşaktan da hepimizi aşacak yeni çıkışlar bekleme hakkımız var.

_____________ 

NOTLAR:

(*) Onat Kutlar’ın bu yazısı 1983’te Milliyet Sanat veya Sanat Olayı gibi bir dergide yayımlanmıştı galiba. Sonra kitaplarına da girmiş olmalı. İnternet batağında bulduğum, muhtemelen imla hasarlı aşağıdaki metni vermiş olayım. Halil ve yol arkadaşlarını, bizim çocukları, galiba en iyi anlatan metindir:

“Gözlerinizdeki şaşkınlık, merak ve umuttan tanırdık sizleri. Bir de aranızdaki sınıf farklarını silen giysilerinizden. Kız erkek, kadife pantolonlar, kotlar giyerdiniz. Ayaklarınızda hem ucuz hem pratik botlar, lastik ayakkabılar. Bir kazak, bir mont ya da bir parka gecenin ayazında sizi sıcak tutardı. Büyük kentlerin sokaklarını doldururdunuz. Günün tuhaf saatlerinde. Sabahları ortalık henüz alacakaranlıkken, ya da geç vakit, geceyarıları. Ellerinizde kitaplar, çantalar, banliyö istasyonlarına çıkan dar yollardan, otobüs duraklarından tartışarak geçerdiniz. Durmadan tartışırdınız.

Kaldığınız evler ve yurtlar, okullarınız, gittiğiniz kantinler ve lokaller, yaşadığınız kent ülke ve yeryüzü sanki büyük bir forumdu. Durmadan yer değiştirirdiniz. Bilinmez bir içgüdüyle ağaç dallarında sürekli yer değiştiren sakalar gibi. Yeryüzünü de aynı hızla değiştirmek isterdiniz. Kolları ve paçaları tarazlanmış, hızlı boy attığınız için kısalmış giysilerinizin ceplerinde pek para bulunmazdı ama gene de kitaplar satılır, tiyatrolar, sinemalar dolardı. Sinemayla ilginizi, Sinematek’teki, sinema kulüplerindeki tartışmalardan bilirim. Biz, sinema yazarları, yönetmenler, senaristler biraz kızardık size. Tatlı tatlı giden konuşmaların bir yerinde, salonun bir köşesinden parmak kaldırır, utangaç ama cesur ve tok bir sesle karşı çıkardınız: “Çözüm nerede?” diye sorardınız çoğu kez. “Bir gerçeği saptamakla yetinecek miyiz?”

(…)

Sorularınızın pervasızlığı, bizdeki sadist duyguları kamçılardı. Susturmak isterdik nice hoşgörülü olursak olalım. Çünkü her yerde, her türlü rahatlığı bozuyordunuz. Hele bu yüzlerce yıllık otokratik, rahatına düşkün ve sert toplumda.

Bir de aceleciydiniz. Bir şenlikte gösterdiğimiz “Balyoz” adlı kısa Yugoslav filmini hatırlıyor musunuz? Hani bir “civciv fabrikası”nı anlatan? “Çağdaş”(!) yöntemlerle her gün binlerce civciv üreten bir işletmeyi gösterir bize film. Üzerinden binlerce civcivin geçtiği geniş bir bant’ın iki yanında “kapo”ları andıran seçici kadınlar durur ve “sağlam” civcivleri ayırırlar. “Bozuk”, sakat ve ölü civcivler bantta bırakılır ve az ileride yumurta kabuklarıyla karışık olarak bir büyük varile dökülürler. Bantın üzerinde sapsarı, birer küçük ışık yumağı gibi yavrular, yaşamak için titreyerek seçilmeyi beklerler. Birden bir kara civciv görünür aralarında. Sapasağlamdır ama “kurala uygun değil”. Acımasız bir el iterek bant üzerinde bırakır onu. Yürüyen bant, civcivi uçuruma götürmektedir. Geriye doğru hızla koşar civciv. Kurtulmak için. Eller yeniden iter onu. “Sen kuralları bozuyorsun. Git…” Bu umutsuz çaba, küçük civciv yumurta kabukları ile birlikte varile düşünceye kadar sürer. Sonra üstüne, düzenli aralıklarla işleyen bir balyoz iner. Varilde çok yer kaplamasın diye. Filmin sonu umutsuz değil. Avluda, arabalara yüklenmek için bekletilen varillerden birinde kimsenin fark etmediği bir kıpırtı. Kara civciv, yumurta kabuklarının arasından başını çıkarır. Atlar varilden ve güneşe uzanan aydınlık bir yolda koşmaya başlar. Düş mü gerçek mi, kim bilir? Filmin yönetmeni A. İliç’le tanışmak, dost olmak fırsatını buldum. Sakin, ağırbaşlı, orta yaşlı bir sanatçıydı. İlk sorum şu oldu: “Kara civcivin, bant üzerinde itilerek bırakılınca, geriye doğru koşup kurtulmaya çalışmasını nasıl sağladınız?”

Gülerek yüzüme baktı, “Civcivler de sıcaklığa ve sevgiye doğru koşarlar” dedi. “Kara civciv bantın üstüne gelince, filmde göstermediğimiz kısa bir sürede, seçici kadınlardan biri onu sıcak avucunda bir an tutarak okşadı. Sonra onu bıraktığında, hatta eliyle ittiğinde, gene de koşup durdu bu dost sandığı sıcaklığa civciv. Civcivi aldatmak zorunda kaldığımız için üzüntü duyuyorum. Ama ne yapalım, seyirciye istediğimiz mesajı vermek için hile yapmak zorundaydık. Ayrıca küçükler ne kadar kolay aldanıyorlar…”

Yönetmen A. İliç’le, Sıraselviler’de bir lokantada uzun uzun konuştuk o akşam. Bizim “kelaynak kuşları” ile de ilgilendi. Çünkü kuşlar, uzmanlık alanıydı onun. Söyleşirken birden yıllar önceye gitti kafamdaki çağrışımlar.

(…)

Neyse, niyetim sizlere filmler anlatmak değildi. Sokaklarda, arabalarda, gece kulüplerinde ve diskotek kapılarında lüks semtlerin sinemalarında giysileri, tavırları, gülüşleri sizlere benzemeyen bir sürü genç insanla karşılaşıyorum. Özellikle benim sık sık gittiğim sinemalarda. Ama sizleri göremiyorum. Filmleri ve yeryüzünü doğru dürüst tartıştığımız yok.

Ne oldu size? Nerdesiniz?..”

(**) https://biryenicumhuriyet.com.tr/2025/02/03/semih-gumuslerin-yarari-var-cokusumuz-ve-liberal-usak-kusak/