Semih Gümüşlerin “yararı var”: Çöküşümüz ve liberal uşak kuşak

OSMAN ÇUTSAY
Haksızlık mı ediyoruz? Haddimizi mi aşıyoruz? Şimdi anlatacağımız insanların, yazarların, şairlerin vs. hiç mi yararlı oldukları bir alan yok? Var elbette. Ama kimler mi?
Şöyle başlayalım: Bazen araya bu tür kitapları da almak zorunda kalıyoruz. Bir mezarlıktayız artık çünkü ve çıkış arıyoruz. Türkiye’de edebiyatın devrimci bir solla ilişkisini, daha doğrusu ilişkisizliğini veya kirli ilişkisini, bu kirletici bağımlılığı masaya yatırmaktan başka şansımız yok.
50 gericilik yılını, dikkat, ağaçların bile sola eğildiği 70’lere uzanıyoruz, bir cumhuriyet enkazı tüterken kapatmaya hazırlananlar “şecaat arz ediyorlar”. Büyük teslimiyetlerinin samimi bir dökümünü veriyorlar. İhanet sözcüğü ağır gelir, çünkü ihanet büyük güvenin imhası üzerinde yükselir, bunlara pek öyle güven yoktu. Neyse…
Tabii bu teslimiyetin tersi de var…
1970’lerden bugüne çekilen çizginin ürünlerinden Semih Gümüş ve galiba son kitabı (“Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor”) bizim için sadece sosyalizm nokta-i nazarından önemli ipuçları veriyor. Cumhuriyet Türkçesiyle serpilmiş ve dünyanın diğer büyük edebiyatlarından çok da geride olduğunu söyleyemeyeceğimiz Türk edebiyatı nasıl böyle yoğun bir gerici döngüye girdi? Yanıt ararken itiraflara da çarpıyoruz. Aşağılık kompleksi altında inleyen ve sosyalizm zorunluluğundan, yani sosyalizmin Türkiye’nin kurtuluşu ve yeniden kuruluşu için bir zorunluluk olduğunu düşünenlerden nefret eden bir kuşak oldu 57’liler veya 78 Kuşağı… Jakoben bir sertlikten doğdular (bunu teslim edelim), fakat korkunç bir uşaklıkla, kendilerinden nefret ederek bitiyorlar. Cumhuriyetin en acınacak enkazıdırlar. Şimdilerde CHP-DEM-TİP sularında solculuk yapabileceklerini sanıyorlar, onu propaganda ediyorlar. Bunlara ne diyeceğiz?
Bunlara ne diyebiliriz?
Hadi isim de verelim: Biz bunlara, Semih Gümüş ve Ömer Türkeş-Murat Yetkin ruh ikizleri vs. başta olmak üzere ana akım “bilinç endüstrisinde” solculuk satmaya çalışan yüzlerce benzerleriyle birlikte “uşak kuşak” (Evren Kuşağı) demiştik. Bu rantiye kuşakla tarih sahnesine çıkan ayrıksı tek tük imzayı, şimdilik ihmal edebiliriz; bu satırların yazarı dahil, etkisizdirler çünkü… Etkisiziz…
Fakat bu, sadece bize özgü bir travma değil …
Örnekle yürüyelim ve açık yüreklilikleri için, birikimlerini samimi bir dille dökenlere teşekkür edelim. Ömrü boyunca çok yazan, kendini solda gösteren, ama yeni ve devrimci bir şey söylememek için her türlü gericiliğe hayranlığını itiraf etmeyi edebiyat sayanlara bir örnektir “eleştirici” ve “romancı” Semih Gümüş. Tüm yazı pratiği, solculuk taslayan sosyalizm (isteyen “reel sosyalizm” de diyebilir, sonuçta aynı şey) düşmanlarına hayranlığa indirgenebilecek bir imza oldu. Henüz genç-devrimci-komünist kuşağın bir tepkisine veya istiskal girişimine maruz kalmış değildir. (Hatta tersine, itibar görmektedir.) İşte bu yokluğun taşıdığı enerjiyle, cumhuriyetin yıkılmasına “Belge’li Birikim Gericiliği”nin stepnesi olarak katkı koydu. Bunların ayrımında olduğunu söyleyemeyiz.
GERİCİLİĞİN DEMOKRASİ DAYANAKLARI
Kabul etmek istemedikleri basit gerçek şu aslında: Edebiyat siyasettir ve siyaset de edebiyat. Nasıl ekonomiyle siyaseti birbirinden ayıramıyorsanız, bunları da birbirinden ayıramazsınız. “Edebiyat pratik politika değildir,” itirazlarını ciddiye alamayız. Edebiyat, aynı zamanda pratik politikadır çünkü.
Böyle bakınca Semih Gümüş’ün belki de sosyalizmin özgürleştirici gücüne uzaklığı nedeniyle açıkça depresif bir izlenim bırakan bu kitabının gerici bir çerçeve sergilediğini söyleyebiliyoruz. Liberalizm veya “demokratizm”, ülkenin tüm sektörlerine yayılmış Türkiye gericiliğinin “şaftı”dır. Bunlar, Semih Gümüş’ün samimi ve iyi niyetli olmadığı, kötü bir insan olduğu, Türkiye halkının aleyhine çalışmaktan bıkmadığı anlamına gelmiyor. Değil. Ama cehennem de böyle iyi niyet taşlarıyla döşeli bir yola sahip. Bunu en son 1989 karşıdevrim sürecinde ve Türkiye’de de AKP iktidarı sayesinde görmüş olduk.
Bu ülkenin tarihinde en büyük acıları kendi kuşağının çektiğini söylüyor Semih Gümüş:
“Biz 2000’lerin ülkesinde hiçbir zaman karşılaşmayacağımızı düşündüğümüz her türlü kötülükle karşı karşıya geldik, düpedüz kendi distopyamızı yaşadık.” (s. 78. -Bundan sonra söz konusu kitaptan alıntılar sadece sayfa numaralarıyla verilecek.-)
Buradakilerden daha karamsar, hatta arabesk bir tablo, birkaç sayfa önce ve şöyle:
“Yaralı bir yurdu iyileştirip bambaşka yapma ideali içimize kaya gibi oturmuşken hayatın olağan akışına kendimizi bırakıp böyle şeyleri düşünemiyorduk. Yıkıntıların altında kalmış bir vakaydı aradığımız. Olmadı. Alevlere atıldık, sonunda yukarıdan aşağıya yuvarladıklar taşların altında ezildik, gemilerimiz battı, sulara kapıldık, yenildik, yalnız kaldık. Bu yurdun acıları anlatmakla bitmez, büyük acılarından birini bizim kuşağımız böyle yaşadı.” (s. 63)
Böyle. Bunları bugün söylemek veya yazmak elbette o kadar önemli değil. Ama bu yenilenlerin, egemenlerin diline yatkın olduğu gerçeği de var. Yenenlere hayranlık, mesela. Ölünceye kadar sosyalizmin tavizsiz düşmanlarından Milan Kundera, Gümüş’ün adeta peygamberidir:
“Önemli hatta büyük bir edebiyat düşünürü Kundera. Onun da düşünme biçimime katkısı pek çok. (…) Gençlik yıllarımızda sosyalizme ihanet ettiğini de düşünürdük.” (s. 24)
Gümüş’ün bir konuda haklı olduğunu düşünebiliriz: Yenilgi, büyüktü. Ve taşınması en ağır yüktü. Hele yenilgiyi kabullenmeyen kuşakların ardından, bu yükü taşımaya kalkanlar açısından.
İyi de, neden? Koca kitapta bu soruya bırakın devrimciliği, sağlıklı diyebileceğimiz herhangi bir yanıt yok. Yanıt arayışları var ve bunların hepsi maalesef arabesk bir yıkım imliyor. Öyle mi?
Neden yenildik? Neden yenildiler? Yenildiler mi? Bunu istemiyorlar mıydı?
Bunun için yazılmış bir kitap bu aslında. Son derece yararlı. Diğerleri gibi yararlı, çünkü Gümüş’ten önce de 12 Eylül’e açılan dönemin devrimcilerini anlatan neredeyse yüzlerce kitap çıktı. “47’liler” türünden kitaplar değil bunlar. Devrim için çarpışan militanların yaşamı ve ödedikleri korkunç bedellerin dökümünü içeren çok kitap var. Gümüş, bu birikime bayağı sağdan bir katkı koymuş oldu ve gerçekten Türk menşevizminin doğuştan Gorbaçov’a hazır olduğunu gösterdi. Avrupa komünizmine, reel sosyalizmin zorlamasıyla en azından görünürde sahip çıkamamalarının acısını Gorbistan’ı ve Gorbaçov’u kucaklayarak çıkardıklarını ileri sürebiliriz. Bu konuda devrimci kuşağın tüm anıları yararlıdır. Bile isteye bir zokayı yuttuklarını Semih Gümüş bu kitabının her sayfasında adeta övünerek ilan ediyor.
“İÇE DÖNÜK VE ATAK”
Kötü olduğu için mi? Böyle bir şey söyleyemeyiz. Hayır, bu biraz içine kapanık, elbette iyi niyetli, iyi ruhlu, çalışkan yazar, sadece sosyalizmi hiç anlayamamanın özetini veriyor “Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor” kitabıyla. Bunun için yer yer de özür diliyor. Solun içindeki bu sağcı intikam tugaylarının (“Türk menşevizmi”) son derece yaygın ve etkili olduğunu samimiyetle itiraf ediyor aslında. Kuşkusuz bu tür ifadeler kullanmadan.
Ne olmuştu peki?
Gümüşlerin, sermaye egemenliğini temsil eden Batı düşünce dünyası karşısındaki büyük kompleksi, tek başına kalsa önemli değil. Ama tüm Türkiye solunu “hikâye eden” bu kitapla, bu iddiayla, acaba en kavgacısının bile sisteme yapışmaya hazır olduğunu mu iddia ediyoruz? İstisnalar var, ama genelde böyle. Hatta daha acısı var.
“Bu yüzden yakınlarımla konuşurken, ‘Biz onlar gibi olamayız,’ derim. ‘Biz Umberto Eco olamayız, Fredric Jameson ya da Roland Barthes olamayız, öyle bir birikimin içine doğmadık. Kendimizce, bildiklerimizce yazıyoruz biz.’” (s. 163)
Burası çok önemli. Türk “aydınında”, Batı aydınıyla entelektüel boy ölçüşme merakı belki de bu nedenle pek yok. Karşılaştırma yapma cüreti gösterenlerde yüklü bir aşağılık kompleksinin saklı olduğunu söylemek zorundayız. Sadece “Batılılaşma” kavramı bile bu korkunç duygunun yükünü anlatmaya yeter. Ama tekrar Yalçın Küçük: Işığı nereye tutuyorsunuz, bu çerçeveyi oluştururken? Mesele o. Batı’nın büyük kafalarını biz biliyoruz, kendi dillerinden okuyoruz, çeviriyoruz,. Peki ya tersi? Onlar bizi biliyor mu? Öğrenmeye değer buluyor mu? Pek değil. Eğer işin ucunda rant kapıları varsa, onlar açılacaksa elbette bu kapıları tutacak kadar incelemeler yapıyor ve yayımlıyorlar. Aydınlanma ve ilericilik tarihimizi pek ciddiye aldıklarını söyleyemeyiz.
Şu, doğru: Bu değersizlik önkabulü bizde yeterince vardı. Hem solda vardı ve kemalizmin sağ versiyonuyla sol içinde yuvalanabildi. Bu kaderi Aydın Üzerine Tezler dizisiyle kırmayı başaran ve Türkiye aydınının entelektüel düzeyinden çok eylemlilik düzeyinin esas alınması gerektiğini hatırlatan Yalçın Küçük’e anlaşılan daha -neredeyse- çocuk yaşından itibaren alerjik tepkiler gösteren Semih Gümüş, bu geleneğin kurbanlarından:
“Biz ne yaparsak yapalım, ne özgün bir felsefeci çıkabiliyor buradan ne de edebiyatımız dünyada yazılanların gölgesinden kurtulabiliyor.”(s. 103)
Umberto Eco üzerinden sormadan da edemiyor:
“Acaba onun yazdıklarının yanına koyabileceğimiz bir akla niçin sahip değiliz?” (s. 383)
Sadece o mu? Türkiye egemenleri, Türk ve Kürt solunun tüm iplerini bu kıyaslar üzerinden ele geçirmeyi başardı. ABD güdümündeki Avrupa’nın “tekelci cinnet kapitalizmi”nin emperyalist demokrasisi üzerinden bu kapitalizmin nimetlerini yaşamayı ve eleştirel övgüler üretmeyi iş sayanları “rol model” olarak aldı. Bunu kolaylaştıran bir duygu, yaşadığı ülkeyle tüm duygusal bağlarını koparma çaresizliğidir. Bu gerici öfke elbette yaşanan travmalara dayanıyor, ancak bu sonuçları çıkarmak için tekelci cinnet kapitalizminin merkez ülkelerindeki aydın birikimi karşısında bir değersizlik duygusuna ihtiyaç yok mu? Devrimcilerin köklerinin bulunduğu bir coğrafyayı ve halkı sahiplenme, onu temiz tutma titizliği olarak tanımlanabilecek yurtseverlik karşısındaki acımasız iğrenti, muhtemelen yaşadığı travmalardır. Hakan Yurdakuler’in öldürüldüğü gün aynı yerdeydik, 7 TİP’li kardeşimiz boğazlandığında da… Ama, görünen o ki, o travmalardan aynı sonuçları çıkarmamışız. Bunun nedenleri olmalı:
“Budur aslında yurtseverliğin güdülediği amaç: Kendi yurdunu öteki yurtlardan üstün görme benbenciliği, dolayısıyla kendini koruma duygusu yanında silaha sarılma refleksi, her fırsatta milyonları savaşa sürebilme gözakaralığı, hemen yanı başında aşırı milliyetçilik, kapının arkasında faşizm.” (s. 53)
Fakat yine de kendi haklılığına bir kitle arıyor Semih Gümüş. Bunu da tarihsel ve açık bir haksızlığa başkaldırıyı simgeleyen Kürt hareketinin sağında, özellikle de Türk-Kürt liberalizminde buluyor; oralarda sosyalizm görmediği için rahattır:
“Bu ülkenin batısındaki çaresizlik ve yerinden kıpırdayamamaya karşılık doğusundaki cesaret ve başkaldırı güdüsünün nasıl kuvvetli bir deliliğe dönüşüp içselleştiğine ve onun içinde kadınların aldığı yere bakılırsa tarihe nasıl bir yön verilebileceği de görülür.” (s. 105)
Yurtseverliğe bir gözbağı olarak bakmak, egemen emperyal düşünce karşısındaki aşağılık kompleksinin bir sonucu ve aynı zamanda onu hazırlayan bir neden. Dolayısıyla yurtsever ve antiemperyalist eğilimlere veryansın ederken, o duyguyla Batı düşünürleri karşısında hissettiği aşağılık kompleksi arasında bir paralellik vardır. Tutarlı olduğunu kabul etmek zorundayız.
SOLU SAĞCILAR MI BESLER?
Bu sağcılığında son derece açıkyüreklidir Semih Gümüş. Samimidir, dedik. Kendisini yapan kitapları büyük bir açıkyüreklilikle listelemesine bakarak, nasıl sosyalizme düşman bir beslenme rejiminden çıktığını söyleyebiliriz. Gerçekten de “Benim 126 kitabım” başlıklı dökümde, ne kadar sosyalizme düşman demokrat varsa bulabiliyoruz. Bu “eleştirmenin” beslenme çantasında dişe dokunur bir komüniste rastlamak için çaba harcamanız gerekiyor. Kendinizi zorlayarak Jose Saramago ve Nâzım’ı cımbızla çekip alabilirsiniz. Belki Yusuf Atılgan da eklenebilir “eski” bir komünist olarak. Sonuçta Semih Gümüş gibi utangaç ve pişman bir “solcunun”, hazırladığı listelerle Türkiye soluna yuvalanmış sağın dökümünü sergilediği için de özellikle değerli olduğunu belirtelim. Tabii kendisini tarihin haklı yerinde değil, hep haksız köşesinde görmektir bu:
“Ben bu kitabımda hem okumak hem yazmakla ilgili bende iz bırakan, bir bölümünü birkaç kez okuduğum 100 öykü, roman, şiir, deneme-eleştiri kitabının lestesini verdim. (…) Dileyen kendi başına, okunmasını gerekli gördüğü başka bir yüz kitaplık liste yapar, sonra da içlerinden okumadıklarını okumaya başlar ya da yalnızca benim dünyamın nasıl oluştuğunu görmüş olur.” (s. 231)
Böyle oluşan bir dünyanın, sosyalist bir toplumsal dönüşüm için yaratıcı düşünceyi arayanlarla birlikte olması mümkün müdür? Değildir. Yazarın hayran olduğu kitaplara bakarak, Gorbaçov’un ve “gorbaçovculuğun” bir tesadüf olmadığını düşünebiliriz. Bu sağcılık, sola yuvalanmış bu sosyalizm nefreti, uluslar ötesi bir yaygınlık kazanmıştı. Dedik ya, bu kitap Türk menşevizminin gelişim süreci olarak gerçekten değerli.
Adorno, Eco, Barthes üçlüsüne çok şey borçlu olduğunu (s. 215) sürekli hatırlatma gereği duyan Semih Gümüş, sosyalist deneyimin tarihsel haklılığına taammüden kastettiğini de duyurmuş olmuyor mu? Öyledir. Bunun aynı izlekte görebileceğimiz Memet Fuat-Fethi Naci çizgisinin bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Bu çizgi, hadi “okul” diyelim, bir eğilim olarak taklitçidir ve gelişkin olanı Batı’da bulma ısrarını sürdürüyor. Ama daha önemlisi, bu eğilimin Türkçeden sosyalist ve yaratıcı bir katma değer çıkmayacağına olan inancıdır. “Katma değer düşmanı bir tanıtım okulu” da diyebiliriz: İnsana ve birikimimize hiçbir şey ilave etmeyen, sosyalizm doğrultusunda hiçbir risk almayan, ancak sokakta ve entelektüel arenada devrim kokan her yıkıcı eleştiriye karşı tepkili bir demokratik sağcılık.
Bu sahneyi ve aktörlerini hedef almak zorundayız. Yerleşik sistemin, yani bir bütün olarak Türkiye’deki tekelci cinnet kapitalizminin sosyalist bir meydan okuma karşısında yeterince kavi olmadığı düşünülen bölgelerine, onları sağlamlaştırıcı bir müdahale bilinci bu. İlk bakışta da sol görünmektedir. Gerçekten de sistem kendini en zayıf bölgelerinde bu tür demokrat militanlar üzerinden korumaya alıyor. Türkiye ve Türkçe sınırları içinde söyleyelim: “Belge’li Birikim Gericiliği” ile barışık veya iltisaklı her düşünce, sistemin yangın duvarıdır. Bunlar Türkiye kapitalizmini demokratikleştirmeye, yani Batı’daki normlarla uyumlu kılmaya çalışmaktadır. Bu tür yangın duvarlarının sosyalizme karşı konuşlandırıldığını eklemeye gerek yok.
Daha da açık olalım: Sosyalizmin imkânsızlığını, reel sosyalist deneyimlerin, tıpkı Türkiye 1923 gibi, bir tarihsel anomali olduğunu bağıran bir yazıcılar kuşağıdır karşımızdaki. Soğuk Savaş’ta, emperyal merkezlerin belirlediği “kültür endüstrisi” bu olanağı çabuk kavradı ve 1989/90 restorasyonu ile başarıya da ulaştı: Semih Gümüşler, işte bu “başarının” militanlarıdırlar. Kısmen hazırlayıcı ve çokça koruyucudurlar. Dolayısıyla, kitaptaki beslenme kılavuzları, listeler yani, samimi itiraflara karşılık geliyor.
Peki, neden? Çünkü yerleşik sistem ve egemenler, kendi boşluklarının farkında. Bu boşluklar ve zaafların, sadece sol jargona hâkim, hatta gerçek solcu olduğunu iddia eden demokratlarla devre dışı bırakılamayacağının da farkındalar. Türkiye Türkçesiyle yapılan edebiyat çerçevesinde milliyetçi-İslamcı saldırganlığın tamamlayıcı parçası bu liberal sol militanlardır. Böyle bir karşılaştırmada etki alanlarının daha da büyüdüğünü biliyoruz.
Gümüş ve yol arkadaşlarının Türkiye sosyalist hareketindeki bir ana eğilime, “Türkiye’nin devrimci önemine” özellikle sahip çıkan kanala, sosyalist yurtseverlere tepkisi bu çerçevede anlam kazanıyor. Kapitalizme eleştirel bakan demokrat liberallerin bir temsilcisi (hatta militanı) olarak Semih Gümüşler, islamofaşist eğilimler ile bir bütünü oluşturuyor. Bunlar Pinochet-Evren okulu hizmetindeki neoliberal ekonomistlerin eleştirel ve tamamlayıcı rolünü üstlenmiş durumdalar. Sosyalist yurtseverlere tepkileri, böyle bir gereksinimin ve rol dağılımının ürünü olmalıdır. Öyledir.
SİSTEMİN ELEŞTİREL TAMAMLAYICILARI
Öyledir de, soru şudur: Acaba bu karamsar Türk menşevizmi, Murat Belge’den Orhan Pamuklara, onlardan Semih Gümüşlere uzanan tüm versiyonlarıyla, mevcut hayata ve edebiyata gerçekten alternatif olabilecek, onu aşabilecek kitaplar yazabilirler mi? Tamamlayıcı rollerine daha önce dikkat çektik, yanıtı yinelemiş olalım: Yazamazlar, zaten de yazamıyorlar. Bir zenginlikleri olmuyor, sürekli Batı dünyasına, merkezdeki emperyal solun döküntülerine bakarak, içeride o Batı’ya yarayan, yani mevcut sistemi rötuşlayarak sürdürmeye çalışan (“demokratikleştiren”) işler üretmektedirler. Belki tehlikeli olan, bu rötuşlarını “yeni ve solcu” etiketiyle sunabilmeleridir. Yeni olduklarında solcu, solcu olduklarında yeni değillerdir, tamam, ama genel söyleme egemen olmadıklarını söyleyemeyiz. Peki, halkın ve daha önemlisi de genç kuşak aydın adaylarının bu rötuşları “satın alması” trajik değil midir. Ve neden?
Çünkü sistem böyle bir üretim ve dağıtım mantığı üzerinde yükseliyor. Semih Gümüşler de bu işbölümünün parçasıdır. Eleştirel bir parçası oldukları kabul edilebilir.(*) Bir şebeke veya ağ bu. Semih Gümüş ve birbirlerinden pek hazzetmeyen kafadarları, içtenlikle o şebekeyi demokratikleştirdiklerini düşünüyor olabilirler. Fakat tam da bu nedenle ve tüm eleştirellikleriyle yerleşik sistemin kilit noktalarında iş görmeleri sağlanmış değil midir? Edebiyat üzerindeki tavizsiz titizlikleriyle Türkiye’deki tekelci cinnet kapitalizminin kültürel damarlarını rötuşlayıp parlatma görevini bir tür devrim gibi sunabiliyorlar. Tuzak mı?
Ölümcül tuzak, evet. Tam da burada yaptıklarını, hayranlıklarını ve sisteme olan imanlarını, solculuk ve hatta gerçek sosyalizm diye yutturmaya kalkacak kadar feraset sahibidirler. AKP Türkiyesi, bir yanıyla da bu ferasetin bir güce/iktidara dönüşmüş halidir. Yaptıklarının (“demokratikleştirme”) doğruluğundan eminler: Almancaya özgü bir kavramla ortada bir “Lebenslüge” var. Kendi yalanlarına kendilerini inandırdıkları gibi toplumu da inandırabileceklerini düşünüyorlar. Bu enerjiyle hazır ettikleri topraktan Orhan Pamukların, Ahmet Altanların, Elif Şafak ve Ahmet Ümitlerin fışkırmasına fazla bir itirazları olmuyor haliyle.(**) Bu arada tarihi biraz da kendileriyle başlatmaktan çekinmiyorlar. Misal: Kemal Tahir romancılığına köklü eleştiriler on yıllar önce dolaşıma girmiş olmasına rağmen, Gümüş’ün, kendisinin “Tahirî” romancılığa karşı yazdıklarını öne çıkarması, tevazu görüntüsü altında yatan kendini aşırı önemseme hastalığına bir örnek alınabilir.
Ancak haklarını vermek gerekir bu demokrat eleştirmenlerin: Sonuçta demokratikleşme siyaseti tam da böyle bir şey. “Türkçe edebiyat” kavramlaştırması da öyle. “Türkofobinin” bir yansıması olan bu hezeyanların tanrıları da peygamberleri de çoktur. Listeler bunun sonucu. O zaman Gorbaçov’un öldüğünü ve tüm etkileriyle ortadan kalktığını düşünen safdiller çok yanılıyor. Menşevizmin, ki “sosyalizmin şimdilik imkânsızlığı” ısrarıdır, unutulduğunu sananlar da çok yanılıyor. Bu yeni gericilik çağının “Gorbi”leri, Türkiye coğrafyasındaki parçacıklar siyasetinin sürdürücüleridirler.
Saklamayalım: Öfkeyi, yaratıcı imhayı, itirazı ve yeni olanı sosyalizmle ve sosyalizm için arama tutarlılığını tümüyle yitirmiş bir demokrat kuşak, Türkiye halkını islamofaşist bir kültür endüstrisinin insafına terk etmiş bulunuyor. Gümüş’ün, “Hayat Yanığı” başlığı altında 7 TİP’li gencin, ortak kardeşlerimizin katlini yazarken, okura tek bir gram öfke yansıtmamayı başarması, kendi içinde tutarlı arabesk bir kaderciyi açık etmektedir. Hep haksızlığa maruz kalmış bir mağdur ağlaklığı Semih Gümüş yazıcılığının ana izleği kabul edilebilir. Benzer havayı Memet Fuat-Fethi Naci tarhından tevarüs ettiği açıktır. Yenilmeye mahkûm olduğuna inanan bir bakıştır ve bu mağduriyet sorununun nasıl çözüleceğini çok sık yinelemektedir:
“Sürekli yenilginin içinden zafer çıkmıyor. Her şeyin biçimi kadar özü de değişmeli. Bireysel özgürlükleri temel alan bir hayat tasarımı nasıl kurulabilir, önce bunu durup düşünmek gerekiyor. (s. 272-273)
12 EYLÜL EDEBİYATIMIZI ZENGİNLEŞTİRİRSE…
Feraha çıkmayı, kurtuluşu edebiyatta metafizik yükü insanın yüzüne sıçrayan bir kolaycılıkla arayan ve bulan böyle bir eğilimin, son tahlilde 12 Eylül ile onun meşru ve gürbüz evladı AKP’nin gasp ettiği bir ülkenin edebiyatında bulması şaşırcı olmamalıdır. Nitekim yıllar önce Taylan Kara ve Sadık Albayrak’ın köklü itirazlarına neden olan bir yere geliyoruz. Gümüş’ün, ruh ikizi olduğu da iddia edilebilecek Yıldız Ecevit’in 12 Eylül’ün Türk edebiyatına getirdiklerini, kazandırdıklarını olumlayan ünlü yaklaşımını paylaşmaması şaşırtırdı. Demokrat yazarımız, Tanpınar, Oğuz Atay, Vüs’at O. Bener’in de masaya itildiği bir noktada samimidir:
“1980’lerden sonra düşünce zorunlu nedenlerle geriye çekilirken edebiyatın onun yerini almak için öne çıkmaya başlaması aslında hazırlıksız yakalandığımız bir durumdu, böyle bir kısa dönem yaşandı ama neden sonra görüldü ki bunun da olumlu katkısı oldu. Okuma kültürünün yükselmesi ve yazınsal metni okuma biçimlerinin zenginleşmesi bu kez edebiyatımızın daha nitelikli değerlendirilmesine yol açtı, bir zamanlar anlayamadıklarımız anlaşılmaya başladı. Oğuz Atay’ın edebiyatımızın modernizmi içindeki önemini, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kısıtlı roman dünyamızın temelini sağlamlaştırdığını, Vüsat O. Bener’in benzersiz bir yazar olduğunu anlamak için yeni zamanları beklemek gerekmişti.
Önemli olan şu ki, Tanpınar, Oğuz Atay ya da Vüs’at O. Bener’in daha iyi anlaşılmasının, dolayısıyla edebiyatın içselleştirilmesinin etkileri edebiyatın sınırlarında kalmaz. Sınırın ötesindeki yaşam biçimlerini de etkiler bu değişim, bütün toplumun ortalama niteliinin yükselmesine katkıda bulunur. Ve insan bu kitaplar arasında ve kendini onların anlattığı hikâyelerin parçası gibi hissederek yaşadıkça hayatı kendiliğinden demokratikleştirmiş olur.” (s. 356)
Böyle bir bakışın varacağı nokta elbette şudur: 12 Eylül sayesinde “düşünce” hayatımız ve edebiyatımız serpilebilmiştir. Ezop diline dönüşün övülmesidir bu. İyi. Gerçekten de bu çizginin böyle bir eylülistliği insanların adeta gözüne sokması değil, sokmaması şaşırtırdı. Gorbaçovculuğun, hadi biz “gorbizm” olarak kodlayalım, solun içinde ölmediğini, özellikle Türk-Kürt zenginlerinin ve AKP’nin bunu iyi fark ettiğini söyleyebiliriz.
Buradan bir başka halüsinasyona veya -en hafif tabirle- illüzyona geçiş yapabiliyoruz. Her zaman ana akım medyanın içinde veya çeperinde olmuş bir itiraz pazarlamacısının sayıklamalarından çıkaracağımız başka sonuçlar var:
“Medya niçin popüler kültürü destekler de nitelikli olanı yok sayar? Bir nedeni mass media oluşuysa öbür nedeni kendisinin de bir iktidar oluşu. Ve amacı politik iktidarın bazen yanında, bazen seçeneği olarak kazandığı gücün temelini oluşturmak. Dolayısıyla medya kitle kültürünü gözeten tutumuyla kapsayıcı görünürken iktidar anlayışıyla ve yol açtığı toplmusal kültürün otoriter kimlikleri güçlendirmesi nedeniyle safkan antidemokratiktir. Medyanın popüler kültürle kurduğu bu düşük düzeyli ilişki Batı’da neyse buralarda da aynı.” (s. 395)
Kendisine emeklilik günlerini şenlendirecek bir oyuncak edinmesi, “Notos”, yıllarca tam orta yerinde yer aldığı ana akım medyanın gericiliğine ortak olmadığını mı gösterir? Yoksa o zihniyeti sürdürmekte kararlı olduğunu mu? Bir devamlılık var ortada. Radikal gazetesi, tıpkı Taraf gibi, Belge’li Birikim Gericiliği denilen kazandan çıkan ürünlerden biriydi ve oralarda kariyer yapanların bir ilericiliği temsil ettiğini kimse savunamaz. Ana akım medyanın tam göbeğiydi. Bu göbeğin yöneticilerinde ortak yanlardan biri Bilge Karasu hayranlığı değil miydi?
Gerçekten de medya bir iktidardır. İçine çektiklerinin ilericiliğinden çok onlara enjekte ettiği gericilik önemlidir. Bu iktidarla açıkça ve cepheden savaşa girmeyenlerin kitlelerle doğurgan ve ilerici bir ilişki kurması çok zordur. Bu zorluk, “gorbistlerin” demokratizmini kanatlandırdı. AKP’nin önünü açan bir edebiyat âleminin terbiyeli gladyatörlerine dönüştüler. Semih Gümüş’ün kitabındaki listeler bu terbiyeli gladyatörlerin beslenme çantasını oluşturmaktadır. Kitle kültürü böyle hazırlanıyor.
ABD’deki bir Alman kökenli düşünüre, Herbert J. Gans’a dikkat çekerken, içinde debelendiği ve pek sevdiği bataklığı çok da iyi tanımadığını açık etmiş oluyor. Burada ekleyeceklerimiz var:
“Popüler Kültür ve Yüksek Kültür kitabında Herbert J. Gans, ‘Jose Ortega y Gasset gibi yazarlar, yalnızca tarihin Shakespeare’leri ile Beethoven’larını anımsıyorlar da, yapıtları yitip gitmiş ya da görmezden gelinmiş az yetenekli meslektaşlarını unutuyorlar’ diyor.” (s. 395)
BİR CÖNTÜRK VAK’ASI DAHA
Kundera ve Bilge Karasu hayranı Semih Gümüş, bu ifadelerle kendi içinde bulunduğu edebiyatı pek “iplemediğini” de ima etmiş olamaz mı? Öyledir. Bu tür arayışlar/vurgular bizde Hüseyin Cöntürk’le 1950’lerden itibaren başlamıştı. Ondan önce de cüretli zar atmalarıyla Nurullah Ataç var. 1940’lardan 1960’ların sonuna kadar Türkçe içindeki bu atılımlar, 70’lerde Türk menşevizminin (“kültür karşıdevrimi”) belirlediği Semih Gümüşlerin ilgisizliğini, gerçekten devrimci nitelik taşıyan zor girişimlere en fazla bir ergen ilgisi gösterebildiğini açığa çıkarıyor. Cöntürk okulunun farkında bile değil. Gerçi hiç not etmemiş değil. Görüyoruz. Ama bu umursamazlığına seviniyoruz.
Gümüş, Hüseyin Cöntürk’ü genç kuşakların “pek tanımadığını” yazıyor. (s. 337) Aslında bu bilgi eksikliğinden kendince bir rant da çıkarmaya çalışıyor. Kendisine gençlerin bilmediği bir adamı hatırlatma madalyası takıyor. Oysa bu bilgisizliğin nedeni bizzat kendisi. Bu boşluğun sorumluları arasında ilk sıraları alacağının farkında bile değil.
Bilge Karasu gibi sentetik dilli bir tür korku jeneratörünü, onun “aydın katında” işlenmesini sağlamak için yıllarca yol arkadaşlarıyla birlikte parlattığını unutmamak gerekiyor. Bilge Bey’de hangi hazinelerin saklı olduğunu Türkiye devrimcilerine anlatabilen biri çıkmadı. Övgülerde, hayranlıklarda sınır tanınmadığına tanık olduk. Terbiyeli, efendi bir yazı heveslisi memur olduğunu biliyoruz. Çalışkan diyebilir miyiz? Bu, şimdilik soru olarak kalsın. Bu sentetik dilin böylesine parlatılması, özellikle de ana akım medyanın yönetim katlarında ısrarla övülmesi, üzerinde durulması gereken bir meseledir. Cöntürk ile aynı yıllarda Ankara’daydı ve bir irtibatları olduğunu biliyoruz. Dışarıdan baktığımızda, entelektüel alanda, gerilimli bir tanışıklık olduğunu düşünme hakkımız var. Hüseyin Cöntürk ile Bilge Karasu bir ikilemdir. Aynı dönemde “yazdılar”, ama Karasu Cöntürk’ün aldığı risklerin binde birini bile alabilmiş değildir.
Gelmek istediğimiz yer farklı. Semih Gümüş, bu sol dışı hayranlıklarıyla, Cöntürk bahsinde, yapması gerekenleri yapmamış olmanın suçluluk duygusuna falan kapılmış değil. Cöntürk konusunu ve performansını, Türk edebiyatında bir tartışma platformuna dönüştürmesi, o zenginliğin genç kuşaklara bir kaynak olarak sunulmasını atlamış bulunuyor. Yapmadılar. Cöntürk’teki ilerici yönsemeden rahatsız olduklarını iddia etmek zorundayız. Günümüz edebiyatının sahipleri, böyle. Neden mi?
Çünkü rantiyedirler. Bazı konularda iyi koku alırlar. Nitekim Semih Gümüş, ana akım edebiyatın üst katlarında, Cöntürk’ten ekmek çıkmayacağını düşünüyor olmalı. Sonra da, ezmek için, bir banka yayınevinden, Cöntürk’ün yapıtları yayımlandı. Demokratlar, yapmadı yani.
Hiç mi bilmiyordu? Semih Gümüş, kitabında, Hüseyin Cöntürk’ten “yazmak yerine bir ömrü okumaya adayan, çünkü bilmenin yazmaktan daha önemli olduğuna karar vermiş” bir tür kahraman çıkarmaya çalışıyor. Çöplüğümüzde, işe yarar pek bir şey kalmadığını düşündüğü için olmalı. Fakat Gümüş’ün Cöntürk’ü hiç anlamaması çok doğal:
“Bilge Karasu’nun yanına, bir retçi olmasa da Memet Fuat’ı koyalım: Edebiyatımızın alabildiğine normal görünen bu iki ustasının kimselere benzemez, belki de hüzünlü yaşantıları ve halleriyle marjinal sözcüğünün anlamını nasıl da tam karşıladıklarını düşünür müyüz?”(s. 339)
Edebiyatımızın iki ustası Bilge Karasu ile Memet Fuat ise eğer, ya bir ustalar okyanusunda debeleniyoruzdur ya da bu insanların elinde “yetişen” Semih Gümüşlerin yarattığı bir yoksullukla karşı karşıyayız demektir. Bunca yoksulluk varken ve bu yoksulluğu yaratanları bilirken… Direncin, yaratıcı aklın felç edildiği bir çöp yığını bu:
“Sonunda ne çıkardıysam çıkardım ama her zaman bir madenci olmaya çalıştım, edebiyatı hayatın en önemli değeri olarak gördüğüm için.” (s. 341)
Ancak Gümüş’ün çıkardığı sonuçlar gerçekten acınacak bir düzeysizlikte ve aynı anlama gelmek üzere “demokratlıkta”. Başka alanlarda da öyle. Biri de şu:
“Adsız yazarların edebiyat kültürünün oluşmasına kendiliğinden katkılarını görmeye çalışmak zorundayız. Ne ki yukarıdakilerin aşağıya inmesi gerektiğini ya da niçin yukarıda olduklarını sorgulayan ortalamacı ve eşitleyici anlayış -ki bu bir zor yerine geçer- yüksek sanat ve edebiyatı değersizleştirmeye koşullu.” (s. 396)
BORGES: KAYNAK MI, TUZAK MI?
Bir tatlısu demokratının içinden, cevval bir jakoben mi sıçradığına tanık oluyoruz? Pek değil. Gümüş’ün bir tür “gorbist”, yani Gorbaçov okulunun “undercover” bir temsilcisi olduğunu söylemiştik. Mesele şu: Gerçekten değerli olanların belki hiç yukarıda gösterilmemesi sınıfsal bir refleksi ifade etmektedir. “Yüksek sınıf ve edebiyatın”, artık her ne iseler, değersizleştirilmesi, devrimci bir müdahalenin, aslında devrimci her müdahalenin temel yönelimini oluşturmaz mı? Bu değer sorgulama işlemlerinin sınıfsal konumlarla bağı var. Yani meselenin sadece dil, kurgu vs. ustalığı olmadığı çok açık. Böyle bir müdahale bilincinin “yüksek sanat ve edebiyatı değersizleştirmeye koşullu” olduğunu yazarken, Semih Gümüşler kendilerinin “biricik” (unique) olduğunu hatırlamak ve hatırlatmak istiyor olmalıdır.
Sağa övgülerinde sınır tanımayan ve böylece “soldan seslenerek” AKP Türkiyesi’ne giden yolun liberal taşlarını döşeyen bu insanlar, acaba hayranlıklarını temellendirebiliyorlar mıydı? Şunları yazan bir “eleştirmenin” eleştiriyi “hayranlık nidalarına” indirgediğini görüyoruz. Yine tescilli bir sağcı, Arjantin’in Evren’i Videla’ya destek veren Borges:
“Oysa Borges yirminci yüzyılın ikinci yarısında bir dalga gibi genişleyen etki alanının içine giren herkesi etkiledi. Kendine benzetmeye çalışmadı, tam tersine ona benzemenin olanaksızlığını gösterdi, edebiyatın nitelikli düşünce içinde yaşayabileceğini ve yüzyılların içinden süzülüp gelen birikimin sonucu olduğunu anlattı.” (s. 400-401)
Bunlar, Borges’in üretimi ve etkisi üzerine hiçbir şey söyleyememenin ifadeleri. Eleştiri diye arka kapak tanıtımları yazabilen bir kuşağın trajedisi karşısındayız. Nedir bu etki alanı, ne gibi özelliklere sahip, neden “biricik”? Bunların hiçbiri yok. Ama bir hayranlık var. Onu anladık, ancak bu hayranlığın “sol gerekçelerini” göremedik. İyi.
İyi de, 1989/90 kapitalist restorasyonunu “’sosyalizm’ sosyalizm olsaydı sonuç da böyle olmazdı” diye açıklayan bir kalemden çok fazla bir şey mi beklemiş olduk? Sosyalizm dışındaki her şeyi yalayıp yutmayı solculuk sanan, sosyalist deneyimler hakkında hiçbir şey bilmeyen (“mağazalardaki boş raflar” dışında) bir düşünce adamının çözümü mü? Şöyle:
“Demek yepyeni bir demokrasi düşüncesi inşa etmek gerekiyor.” (s. 408)
“Gorbist hava” budur. Bunu yaratmak, başka şeyler yanında, Türkiye’de de tüm cumhuriyetçi kazanımların kazınması demekti. Gençlik yıllarını ve o yıllardaki rolünü hatırlatırken, anlattığı kendi seçici algısıdır ve gerçeklikle pek bir ilgisi olduğunu söyleyemeyiz. Daha açığı, hiçbir ilgisi yoktur. Büyük kırgınlığına bir anlam vermekte zorlanıyoruz; kendi yarattığı, haz aldığı dünyanın acısını parlatıyor:
“Edebiyat dünyasının havası bizim gençlik yıllarımızda ve 12 Eylül’ün hemen sonrasında bugünkünden çok farklıydı. Orada edebiyatın has değerlerini yücelten bir edebiyat aklı, yazarlar arasında saygı, sevgi ve ortaklaşa paylaşılan düşünceler vardı. Sonra her şey birer birer bozulmaya başladı, şimdiki zamanların kültürü diyorum, yepyeni ve yozlaşmaya yüz tutmuş bir kültür, o dünyayla ilişkimi yıllar önce kestim, artık oradan kimseyi görmüyorum, kimse de beni görmüyor.” (s. 424)
Kitabını “Gözüm arkada gitmiyorum,” cümlesiyle kapatan Semih Gümüş, Frankenstein psikozu içine girmiş görünüyor. Bütün o kuşakta, bugünkü Türk edebiyatının egemenlerinde bu ruh halinin baskın olduğunu söylemek zorundayız. Bu felce “Gorbaçov şaşkınlığı” adını da verebiliriz.
Gerçekten de Gorbaçov’un partisini, devletini ve ülkesini çökertmeyi başardıktan sonra, turnelere çıkıp habire kendisinin doğru ve haklı yanda olduğunu ilan etmesine benziyor. Bu kirli politikacının birkaç filtreden geçip Türk edebiyatına düşmüş bir gölgesi olduğu söylenmelidir Semih Gümüş ve kafadarlarının: Bu edebiyatta nelerden şikâyetçiyse, onları bizzat yaratan kadroların da bir parçası. Aşırı bir çekingenlikle, aslında hak ettiği yerde: Bir Gorbi Partisi’nde, Üçüncü TİP, siyaseti sürdürmesi de tutarlılığına bir kanıt kabul edilmelidir.
Biraz ağır mı oldu? Yıllar içinde ve yazı macerasına baktığımızda Kafka’nın tiplerinden biri haline geldiği söylenebilecek bir yazar karşısındayız. Yazıya ve yaşamaya devam etmeli elbette. Genç devrimcilere, demokratizmin tekelci cinnet kapitalizminde nasıl bir insan yaratabildiğini gösterebiliyor. Önemli.
Demek ki, bu kitabın okunması sürecinde aldığımız notlar ve yaptığımız saptamaların nedeni, kesinlikle Gümüş’ü sarsmak, onu doğru bir yere çağırmak falan için değildir. Artık bunlarla bizim hiçbir bağlantımız olamaz. Fakat “yeni gelenlere” fener tutmak ve kökünden yenilenmiş bir toplum için neden bir entelektüel şiddet üstlenmeleri gerektiğini hatırlatmak gerekiyor.
GEÇİCİ SONUÇ
Semih Gümüş yalnız değil. Türkiye sanat pratiklerinde korkunç bir istibdat rejimi (tekelci cinnet egemenliği) hüküm sürüyor ve bu insanlar gerçekten çok kalabalık. Gümüş, “Ortalığa kötü bir okuma biçimi egemen oldu” diye yazıyor. (s. 326) Sonra da ekliyor: “Yazmadan yaşayabilirim ama okumadan yapamam.” (s. 327) Bir Yahya Kemal soyutlamasına geçiş yapabiliriz.
Ama önce şunu söylemiş olalım: Bu kalabalık ve su başlarını sıkı sıkıya tutmuş kitleyle düzenli entelektüel ordu mantığı eşliğinde çarpışamazsınız. Bir tür “entelektüel gerilla” düzenine geçiş yapması gerekecek genç kuşağın. Henüz hareketsiz. Ancak sevindirici olan, egemenlerin aşırı semirmiş bir görüntü vermesi. Nerede miyiz?
Gerçekten de sanki Yahya Kemal’in sofrasındayız. Malum, Yahya Kemal’le aynı sofrada yemek yeme talihsizliğine uğrayanlar, bu abartılmış hazretin o korkunç, şapırtılı oburluğunu anlatırlar. Sürekli ve çok kötü bir sofra adabıyla sıçrata sıçrata yediklerini göstere-dinlete anlatan bir oburdu Yahya Kemal. Sağlıklı bir bünye için değil, ne kadar çok ve ne kadar çeşitli (ama hep aynı dalga boyunda) ve hızla tükettiğini anlatan bir öğütücü.
Maalesef Semih Gümüş’ün okuma pratiği tam da budur: Yahya Kemal’in sofra adabı. Türkiye edebiyatı en az 50 yıldır bunların elinde. Dinin ve etnik delirmenin elinde can cekişen tekelci gösteri toplumumuzdaki bu kepazeliğe ve onun peygamber adaylarına bir direnişin örgütlenmemesi, trajik bir şey gerçekten.
Bütün bu işin özeti, çok basit: Türk edebiyatını 12 Eylül sonrasında sürüklemiş yayınların hep en ortasında olmuş bir adamın “günah çıkarması” karşısındayız.
Günahlarının farkında bile değil ve gayet solcu işler yaptığını da sanıyor. Bir “Gorbi”: Tıpkı Gorbaçov gibi, Türkiye ilericiliğini yerle bir eden, onun jakoben sertliğini başdüşman sayan ve karşıdevrimciliğini tıpkı Gorbaçov gibi “demokratikleşme” olarak tanımlamaya çalışan bir gerici bu yazar. Maalesef.
Peki, hep böyle miydi?
Memet Fuat-Fethi Naci çizgisinin veya mutfağının, sokaklarında ve entelijensiyasında sosyalizmin itibarlı olduğu yıllardan (1960-1980) önce, Semih Gümüş gibi bir gerici hat kurduğunu söyleyemeyiz. Fakat demokratizm saplantılarıyla birtakım kapılar araladılar. Ağaçların bile sola eğildiği ve reel sosyalizmin Batı’ya meydan okuduğu yıllarda, özellikle 70’lerde, bu mutfağın ürünü Semih Gümüş ve arkadaşları, tevarüs ettikleri edebi gericiliği nihayete erdirdiler. Trajik olan, bu mirası ve kendilerini solcu sanmalarıydı.
Semih Gümüş, bir simge olarak büyük bir sorumluluk taşıdı. Türk edebiyatının bugünkü durumundan, ki pek memnun olmadığı anlaşılıyor, onun kadar sorumlu yazar sayısı çok fazla değil. Zaten çoğunun hiç öyle solculuk iddiası kalmadı. Hep birlikte yaptılar AKP Türkiyesi’ni ve o Türkiye’yi hazırlayan entelektüel arenayı: Yarın’dan Radikal gazetesine, Adam Sanat dergisi ve takıntılarından Notos dergisine… Sosyalizmin şimdi sırası değildi, ona daha vakit vardı, önce biraz demokrasi gerekiyordu. Sonuçta tuhaf ve tanımsız bir demokrasi talebini çare sayarak İslamofaşist bir rejimin önüne herhalde pek de istemeden kırmızı halı sermiş oldular. “Belge’li Birikim Gericiliği”nin dolaylı destekçileriydiler.
Neyi bekliyorduk ki?…
_______________________________
NOTLAR:
(*) Eleştiri, aynı kan grubundan veya düşünsel akrabalığı kesin olan eğilimler arasında gelişen anlamlı bir meslektir. “Benzerler arasındaki farkı saptama” diyebilebileceğimiz eleştiri (critic), Eski Yunanca kaynaklı bir sözcüktür. Semih Gümüş ve aynı dalga boyundaki “kitlesi” kapitalizme içkin bir demokratizmin militanlarıdır. Hatta demokratizm, kapitalizmdir. Liberal demokratizm “tekelci cinnet kapıtalizminin” ve “tekelci cinnet devletinin” en önemli üstyapı kurumlarından biridir, hatta birincisidir.
(**) Gümüş’ün kitabında, Orhan Pamuk romancılığına son derece terbiyeli eleştirileri, s. 321 ve 326, eklemeden geçmeyelim. Eleştiri: Çünkü yakın akrabalar.
GÖRSEL: Ömer Yaprakkıran