Çözülen Türkiye’de Türk menşevizmi: Kimlerle başladı acaba?

OSMAN ÇUTSAY
Hiç üzerinde durmadık. Oysa hep solumuzun gündemindeydi. Israrla görmezlikten geldik, adını da pek anmadık: Türk menşevizmi…
Türkiye’nin sosyalist bir iktidar için “henüz” hazır olmadığını savunan solcuların ortak platformu, bu başlık altında toplanamaz mı?
Bu platformda herkes birbirine rakip ve hatta düşmandır.
Oysa hepsi, en az yarım yüzyıldır, Türkiye için sosyalizmin gündemde olmadığını savunmaktadır. Bugün bu ısrar çok daha yoğun. İslamofaşist rejimin yerde ararken gökte bulduğu bir enerji kaynağı.
Türk menşevizmi, sermayenin veya tekelci cinnet devletinin emrinde bir entelektüel şiddet faktörü olarak, sanıldığından çok daha etkilidir. Bunu sadece böyle söylemek yetmez. Elbette adım adım irdelemek, bulguları masaya yatırmak, yeni analizler yapmak gerekir. Bu çok okuyarak olur.
Türk menşevikleri de okuyor. Aşmak için değil, uşaklaşmak için, şişerek verili sınırlara kapanmak için…
Şu var: Bir sürü özel ismi, kavramı, romanı, denemeyi veya yazarı, kısaca kitapları durmadan sıralarsanız hiçbir yaratıcılığınızın, aşkınlık arayışınızın olmadığını, yeni bir şey, yeni bir düşünce çıkaramadığınızı gizlemeniz kolaylaşır. O isimden şu kitaba, filan yazardan falan kavrama zıplarken okurun gözünü boyamaktan başka bir şey yapmamış olursunuz. Altına girdiğiniz yükün sizi ezdiğinin itirafıdır bu. Kısmen de kendinizi aldatma biçimi. “Toplumu sosyalizmden uzaklaştırma çabası” da diyebiliriz.
Buna ekonomiden sosyolojiye, tarih biliminden edebiyata, etnik, dinsel, kültürel vs. ayrım noktalarından spora kadar her alanda örnekler bulabiliriz.
Önümüzdeki günlerde, son kitabından hareketle Semih Gümüş ve kuşağını masaya yatıracağız.
Bazı şeyleri şimdiden söyleyebiliriz: Maalesef Semih Gümüş’ün söyleyecek yeni ve solcu hiçbir sözü yok. Sözü çok var da, bunların yeni olduğunu düşündükleri solcu değil, solcu sandıkları da yeni değil. Depresif bir umutsuzluk bulutu egemen yazdıklarına. O demokrasi karanlığının derinlerinde kitapları nasıl okuduğunu sıralarken, aslında bunları nasıl anlayamadığını saklamaya çalışıyor.
Elbette samimiyetsiz değil. Samimiyetini, çalışkanlığını, solun içinden sola vuran sağcılığını kabullenmek durumundayız. Söylemek istediğimiz şey, çok başka.
SEMİH GÜMÜŞ VE EVREN KUŞAĞI: UŞAK KUŞAK!
Burada bir kuşağı okuyoruz: Evren kuşağı. Uşak kuşak! Bu kuşağın yakışır bir mensubu ve maalesef etkili bir propagandisti Semih Gümüş. Kendi başına kalsa veya sosyalist bir Türkiye’de yaşasaydı, en fazla sıradan bir lise edebiyat öğretmeni, bir memur olabilecek ve muhtemelen gerçekten fırlak zekâlı öğrencilerin devrimci katkılarını engellemekle yetinecekti. Belki. Tekelci cinnet kapitalizminin egemen olduğu Türkiye’de, ülke çözülürken, Gümüşlerin zararı çok büyüktür.
Gümüş’ün sıralayıp durduğu ve içindeki büyük aşağılık kompleksini ilan etmenin dışında pek bir anlamı olmayan isimler, başlıklar, yazarlar vs. çok büyük bir bir hizmeti saklamasını kolaylaştırıyor aslında. Büyük bir gerici depo oluşunu saklıyorlar.
Türk menşevizmi böyle.
Buna karşı ne söyleyebiliriz?
Hiçbir şey.
Kör atın da alıcısı vardır ve bizde bu rakam hep kabarıktır. Ama Batı da farklı değil. Orhan Pamuk gibi bir yazıcıya Nobel veren bir dünyada, böyle insanlar çoktur.
Bunlar büyük çürümemizin estetik baronlarıdır.
Çalışkan, efendi ve her türlü gericilikte kendisini çeken bir şey olduğunu bilen, ama nedense kendisini solda sayan ve oradan konuşan bir yazar bu. Kafadarları da öyle. Türkiye’nin egemenleri için ideal bir emekçiyi temsil ediyor aslında. Devrim düşüncesinden nefret eden, ama bunu devrimcilik adına yapan bir “Gorbi”. Gorbistan her yerde, maalesef.
Şimdiden haber verelim ve bir dönemin “demokrat” genç yazı heveslilerine dair bazı ilk notları düşelim: 1978-1980 dönemecinde, Türkiye’nin üzerine korkunç bir baskı rejiminin çörekleneceğini, TİP’in buna göre ve sosyalist iktidar alternatifiyle örgütlenmesi gerektiğini savunan, bu nedenle de partiden kovulan Yalçın Küçük’e karşı kampanyalar açıldığında, her biri etkin birer militandı. Yalçın Hocamız ise bundan pek de hoşnutsuz değildi, çünkü TİP’te ve TİP’le artık bir iş yapılamayacağını galiba biliyordu.
O dönemin henüz yirmilerinin başını sürdüren bazı gençleri, ki yazıya meraklıydılar ve kendi çaplarında yazıda da kaldılar, sözü geçen dönemde çok çirkin saldırılara katkıda bulundular.
Tarihe not düşelim: Semih Gümüş, Gürbüz Özaltınlı, Halim Bulutoğlu, Serhat Baysan, hatta -daha sonra kısa bir süre saf değiştirip, aynı yere dönen- Akif Kurtuluş…
Bunlar büyük Türkiye solunun menşevik kanadındaki bir grup “erken genç Gorbilerdi”. Fakat başka örgütlerde, partilerde de aynı kafada o kadar çok insan vardı ki… Neyse, sonuçta bir “farce” olarak bitirilen “İkinci TİP”in bu en gençleri, menşevik bir delirium içinde devrimcileri tasfiye ettiler.
Bir başka yerde ayrıntılar vermeyi umut ediyoruz. İçimizdeki karşıdevrimcileri, çöküşümüzü kolaylaştıran bu “menşevik rehaveti” anlatmak şart. Bu “Gorbiler”, inanarak, Yalçın Küçük TİP’ten 1978’de atılırken, ardından onun ne kadar rezil bir antikomünist ve antisovyetist, hatta ajan olduğunu toplantılarla yayıyorlardı. Korkunç bir nefretle, TİP’in içine atladığı bataklığı engellemeye çalışan bir devrimci aydına nefret kusuyorlardı. Yukarıda sıralanan bu isimlerin hiçbiri sosyalist solda kalmadı. Bazıları hastalıklı bir Türkiye (“yurtseverlik”) düşmanlığına kadar düştü. Yalçın Küçük ise entelektüel dünyamızdan kopuncaya kadar, aslında sonuna kadar, hep devrimci ve derinlikli bir sol çizgide mücadele etti. Türkiye’de sosyalist bir iktidarın mümkün olduğunu anlatmaya çalıştı.
Dolayısıyla, Yalçın Küçük yaşadıkça, 1978-1979’daki gençlerin bugün geldiği noktada aynaya bakamamaları gerekir. Ama bugün o kadar başka bir yerdeler ki, kurulmuş sosyalizme ve onun bir yan ürünü olan 1923’e olan nefretleri öyle boyutlar almış bulunuyor ki, böyle duyguların orada yeri yoktur.
Abartıyor muyuz?
Türk menşevizminin, Kürt menşevizmini de tetiklediğini mi söylemek zorundayız? Belki. Ama o ayrı bir tartışma konusu. Bakacağız.
Biz, bir başka yerden başlayalım: Gelecek hafta yayına girebileceğimiz yazıda, Semih Gümüş’ün “Yaşadıklarım Kafamda Uğulduyor” kitabını ve içeriğini, edebiyat politolojisi çerçevesinde ele almaya çalışacağız. O kitaptan hareketle söyleyecek çok şey var.