April 23, 2025

Tekin Yayın Dağıtım San.Tic.Ltd.Şti

Mimar Sinan Mah. Atlas Çıkmazı Sk. No:7 Üsküdar/İstanbul

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Elif Akkaya

Telefon

0216 323 20 20

E-mail

info@tekinyayinevi.com.tr

Website

Tekin Yayınevi

Teknik Sorumlu

Tetris Teknoloji

Cumhuriyet katillerinin “cemaziyelevveli”nde yarını görebilmek: Dr. Fatih Yaşlı

Cumhuriyet katillerinin “cemaziyelevveli”nde yarını görebilmek: Dr. Fatih Yaşlı

OSMAN ÇUTSAY

Biraz geriden alarak başlayalım ve genç bir fikir adamının son çalışmasının güncel anlamına dikkat çekelim. Bir soruyu ekleyerek: Fatih Yaşlı, neden “Antikomünist Şebeke”yi yazdı?

Bunu yanıtlamayacağız, fakat 100-110 yıl öncesinden alacağız: Türkiye bir boşluğa ve tesadüfen doğmadı. Osmanlı içinde cumhuriyetçi düşünce adım adım işlendi. Kemalizmin bunu sonradan pek görmek ve göstermek istemediğini biliyoruz. Normaldir. Fakat bu “saklayıcı” yaklaşımın zamanla eskisi gibi itibar görmediğini de biliyoruz. Nitekim Hilmi Ziya Ülken’den Yalçın Küçük’e, hatta -biraz zorlarsak- Zafer Toprak’a kadar uzanan çok geniş bir kadrajda belki bu teorik hazırlığın derinliğine değil, fakat arayışın pratikteki yankılarına odaklanmak gerektiğine dikkat çekildi. Teorik derinlik ile pratiğin kudreti arasında bir ayrım yapılmadan bakıldığında, 1923 bir tesadüf veya bir kahramanın bahşettiği armağan değildi.

Tamam, Türkiye aydını teorik yükünden çok pratiğe müdahalesiyle “temayüz etmektedir”. Bu açıdan bakıldığında, belki tersini düşünenler çıkacaktır ama, Rusya ve Almanya aydınlarıyla kesişim noktaları var bizim aydınımızın. Pratikte gözünü budaktan sakınmamasıyla, fildişi kulesine kapanıp kalmamasıyla bilinir ve bu açıdan gerçekten güçlüdür. Buradan kendine bir özgüven biçebilmiştir.

Cumhuriyet işte galiba biraz da bu kendine güvenin bir sonucu oldu. Böyle bir güven ve bu güvenin beslediği bir bilinç gelişmiş olmasaydı eğer, 1923’ün kurucu babaları, 1917’deki Büyük Ekim Devrimi’nin uluslararası yerleşiklikte yarattığı depremi değerlendiremezdi. Pratikteki altüst oluşu görmek için teorik yetkinlik her zaman yol açıcı olmaz. Pratik olmak gerekir. İyi.

Geçmişten sıyrılıyoruz ve şimdi bugüne bakıyoruz. Bugün durum nedir?

Kolay yanıt yok. Aydınlanma düşüncesinden ve on yıllar süren bir savaş ikliminden doğan Türkiye’nin, bugünkü yenilenme şartları farklıdır. Gerçekten de, bir aydın kurgusu olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yıl öncesi ile bugünü arasında büyük bir fark var. En önemlisi: Türkiye aydını, yani devrimci kanat, teorik açıdan son derece doludur. Sadece pratikteki eksiğini gidermeye çalışıyor.

GEÇMİŞTEN ÇIKARILAN YARIN

Bu doluluğa ve gözüpekliğe bir örnek olarak, her zaman sınıf mücadelesinin içinde “velût” bir akademisyen ve yazarı verebiliriz: Dr. Fatih Yaşlı. Bu fırlak zekâ ve temsil ettiği aydın duruşunun  akademide olsun Türkiye’nin bir başka yerleşik sektöründe olsun ödüllendirilmeyeceğini biliyoruz. Bunu hepimiz biliyoruz. Ama o da biliyor ve zaten yazı ve kitaplarıyla, bu arada ürettiği kavramlarla, çoktan aşkın bir noktaya geçiş yapmış bulunuyor.

Peki, ne mi oluyor?

Fatih Yaşlı, aslına bakılırsa, üst üste yayımladığı kitaplar, bunların yanı sıra sayısız makale ve söyleşilerinde, liberallerle İslamcı geleneğin tezlerinin tam tersi bir gerçeği kanıtlıyor: Her şeye rağmen, bütün bu korkunç kokuya ve kire rağmen, “Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan”, “bereketli topraklar üzerinde”yiz. Yeni bir yaşam kurmak isteyenler için koşullar tümüyle olumsuz değil. Birilerine yamanıverecek topraklar ve insanlar değil yani konumuz.

Fatih Yaşlı, gizli veya açık her mandacı bakışın reddini temsil ediyor ve yeni kitabı “Antikomünist Şebeke” ile geçmişimizin içinden bugünümüzü çıkarıveriyor: Durum vahimdir, doğru, ama umutsuz değildir.

Aslında ortada mevcuttan nemalanan, o topraklar üzerindeki halkın ve doğanın canını limon gibi sıkarak kendine yontan bir büyük sermaye var. Bu verimli birikimi sömürmek için insanını yıkmak ve hatta yakmak gerektiğini iyi biliyor egemenler. Yoksa sosyalistlerin dizginleri ele geçireceğinin farkındalar. İnsanı geliştirecek aydınlanma kırıntısı her şeyi bereketli topraklarımızı sömürürken yakıp yıktılar. Fakat düzenin mezarını kazan filizlerin kökünü kazıyamıyorlar.

Fatih Yaşlı, o filizlerden biri. Döneceğiz.

DEMOKRATLARIN KAZDIĞI MEZAR

Sorumuz, şu: Türkiye’nin asıl egemen muktediri veya muktedirleri kimlerdir ve ne durumdadırlar?

Örneğin, sürekli olarak oyun kurabilen, bu arada karşıtlarının oyunlarını da rahatça bozabilen bir siyasetçi olduğu ileri sürülüyor Erdoğan’ın. Öyle mi? Ortada gerçekten bir kolaylık var ve bu kolaylığın bir nedeni olmalı. Biz bu nedeni Erdoğan mektebinin ferasetinde arayamayız. Arada bambaşka bir faktör olmalı. Fatih Yaşlı’nın kitabından hareketle şunu ileri sürme hakkımız var: Başta Türkiye’nin büyük sermaye çevreleri ve bununla iltisaklı “demokratik solu”, laik cumhuriyeti satmaya hevesliydiler ve hem siyaseti hem de halk kitlelerini kolayca biçimlendirilebilir hale getirmişlerdi. Bir başka ifadeyle, halkı, emekçi yığınları, din simsarlarının oyuncağı haline getiren, bu sahneyi hazırlayan, bizzat bu laik sermayedir. Büyük sermaye hiç masum değildir cumhuriyetin yıkılmasında…

Bu sürece odaklanan kitap, “Antikomünist Şebeke”, laikçilerin, yani laikliğin hakkını vermeyen “demokrat siyasetin” bir dökümünü ve hal-i pür melalini de veriyor. Gericiliğin başarısından çok, solu ve cumhuriyeti satışa çıkaran solcuların ve kemalistlerin “gerici başarısından” söz etmek zorundayız. “Antikomünist Şebeke”nin çıkış kapılarından biri de doğrudan bu görüşe açılıyor ve haklıdır. Ancak, bir soru var.

Soru, şu: Dinselleşme hamleleri, cumhuriyetin öldürülmesiyle sonuçlanmış görünüyor, peki, o zaman kitleler yoksullaşmanın ağır darbeleri altında, ki epeydir “yoksullaştırıcı büyüme” ekonomisinden “yoksullaştırıcı küçülme” ekonomisine geçmiş bulunuyoruz, acaba yeni bir dinselleşme dalgasına boyun eğer mi? Halk daha da dinselleşir ve hatta dincileşir mi?

Cumhuriyetin yıkılması için sermayenin talepleri doğrultusunda, Türk yönetenleri özellikle büyük/büyüyen sermayeyle el ele 50 yılı aşkın bir süre (1945-2002) yoğun çaba harcamıştı. Bugün oyunun sonuna gelindiği, halkın ise yeni bir bunalımda kendisinden talep edilen fedakârlığa (“kemer sıkma” politikaları) rıza gösterecek halinin kalmadığı görülüyor. Fakat işte tam bu noktada sol bir siyasal önderlik sorunu kendini hissettiriyor. Gündemde bir “yokluk” sorunu var. Dolayısıyla Erdoğan mektebinin dinci oyunları bir dereceye kadar etkili olabiliyor. Sonuçta bu alan, daralan bir çembere karşılık geliyor. Trajik olansa, bu gerici mektebe muhalif olanların, özellikle de laiklerin ve solun etki alanlarındaki daralmadır.

Dr. Yaşlı’nın katkısı burada: 1946’dan itibaren, İkinci Paylaşım Savaşı’ndan hemen sonra, sosyalizmin prestijinin çok yüksek olduğu bir zamanda, Türkiye’de devlete egemen olan çevrelerle, CHP,  Türk sağı arasında bir antikomünist mutabakat kurulduğu çok açık. Bu tezin sağlamlığı, kitabın ortaya çıkardığı gerçeklerden biri. Necip Fazıl’ın öğrencileriyle Nihal Atsız’ın öğrencileri, 2016’daki 15 Temmuz darbe girişiminden itibaren tarihsel bir kavşakta buluştular ve ülkeyi beraberce yönetmeye başladılar. (Antikomünist Şebeke, Yordam Kitap, İstanbul Kasım 2024, s. 198) Bu, yine bir sağ içi koalisyon. Yeni bir koalisyon. Demek ki, iktidar kaçkını sosyalist solumuzun bir türlü kuramadığı koalisyonları, sağ, ülkenin dizginlerini elinden kaçırmamak için kurabilmiştir. Bunlar, radikal tezlerle kurulan cumhuriyeti bir Osmanlı parçacığına dönüştürmek için kurulan koalisyonlardır. Cumhuriyeti yıkabilmişlerdir, yeni bir rejimi bir türlü kuramamış olsalar da…

Kitabın ana tezi, bu kez daha net cümlelerle şöyle: “AKP ve siyasal İslam devletle Türk sağı arasında kurulan mutabakatın ve bu mutabakat doğrultusunda şekillenen antikomünist şebekenin içerisinden çıktı, siyasal İslam’ı iktidara antikomünizm taşıdı. (s. 111)

KUM VE ÇİMENTO

Bu akıcı kitabı okuduktan sonra şunu rahatça söyleyebiliriz: Antikomünizmin laik ve ekonomideki liberal damarı, sistemin çimentosuydu. İslamcılığın etkisindeki müminler ise kum. Kumun kendi başına kavi bir hat öremediğini biliyoruz. Bunun için kum tanelerini sert bir sete dönüştürecek çimentoya ihtiyaç var. Dolayısıyla çimentonun yapısı, etkileri ve analizi kumun analizinden daha önemlidir. Hadi, “eşitler arasında birinci” diyelim. Gerçekten de, bu denklemde önemli olan çimentodur ve Fatih Yaşlı’nın kitabı, bu çimentonun tarihsel gelişimi üzerine kurgulanmış görünüyor. Yazar, özellikle cumhuriyeti tersine çevirmek için sözü geçen kuma yapışmış gerici çimento müdahalesini analiz ediyor.

Liberal yakın tarih yazımı ile Dr. Yaşlı çizgisinin tarih yazımı arasındaki fark burada aranmalıdır. Fatih Yaşlı, Türk sağının ve sermayesinin entelektüel şiddetini, doğru alanda göğüslüyor. 1917’nin yarattığı alana doğan aydınlanmacı 1923, sermaye için büyük bir kuşku kaynağı oldu her zaman: “Türk sağı, solun yükselişini Cumhuriyet’in eğitim ve kültür sistemine bağlıyor, milletin öz değerlerinden uzaklaştırılmasının bir sonucu olarak görüyordu.” (s. 86)

Yaşlı’nın dikkat çektiği ve temel aldığı antikomünist mutabakatın en önemli sonucu içerideki yoğun dinselleşmedir. Bunun diğer bir sonucu da dışarıya yöneliktir ve artık içsel bir yapı olarak görülmesi gereken emperyalizme entegrasyondur. Bütün bunlar, antikomünist bir eksende yapılıyor. Bu kapıdan girenler önce hükümet sonra da devlet oluyorlar. Ama öncesinde bir kriz var:

“Düzen, yaşadığı hegemonya bunalımlarından çıkışı her seferinde emperyalizme yeniden entegrasyonda ve daha güçlü bir dinselleşmede görüyor, son büyük krizin sonucu ise antikomünist şebekenin yetiştirdiği kadroların devleti ele geçirip rejimi değiştirmeleri ve 1923 Cumhuriyeti’nin fiilen çöküşü oluyor.” (s. 20)

Gerçekten de, dikkatli baktığımızda, cumhuriyet döneminde bir halkın eğitilme sürecine de tanık oluyoruz. O atılımın mutlaka kesintiye uğratılması gerekiyordu. Sermaye sınıfının bakışı ve endişesi buydu. 1945 sonrasında İslamcı bir yüklenme var. 1960’ta kısa süreli bir durağanlık görüyoruz, burada cumhuriyet rejiminin kurucu ilkelerini hatırlaması ve son bir refleksi vardı: 27 Mayıs. Hemen akabinde 1965-1980 dönemindeki İslamcı ikinci yüklenme ve solun yükselişini Türk-İslam Sentezi eşliğinde göğüsleme pratiği var. 1980 sonrasında ise İslamcı tam yüklenme, adı konulmamış bir ılımlı şeriat düzenini görüyoruz. Buradan AKP diktasına rahat bir geçiş yaşanıyor.

YIKICI GÜÇ: LİBERAL DEMOKRATİZM?

Metnin akışına egemen bu usta yazar, kitabında farklı üsluplarla ama sık sık ana tezini yineliyor. Bu tutumunda temel saikin “liberallerin maskesini düşürmek” olduğu anlaşılıyor. Ya da sonucun bu olduğunu düşünmek durumundayız. Antikomünist şebekenin, teorik katkıda bulunan milliyetçi odaklardan çok bu liberallerin marifetine muhtaç olduğunu anlayabiliyoruz. “Sağlı-sollu liberallerin ve muhafazakârların-İslamcıların” benimsediği bir yanıtı, daha çalışmasının başında özetlemesi, boşuna değildir: 

“Osmanlı-Türkiye modernleşme süreci ve Cumhuriyet tepeden halka dayatılan, baskıcı, ceberut, vesayetçi bir karaktere sahipti. Modernleşmeci elitler, yani merkez, mütedeyyin halk kitlelerine, yani çevreye, kendi modernleşme projesini zorla dayatmış, çevre de merkezin bu baskısına karşı din temelli çeşitli direniş stratejileri geliştirmiş, çevrenin içerisinden çıkıp zamanla mütedeyyin halk kitlelerinin siyasi temsilcisi hâline gelen özneler, merkeze karşı uzun yıllar süren bir mücadele vermişler ve sonunda çevreyi iktidara taşımışlardı.” (s. 9-10)

Fatih Yaşlı’nın, Türkiye’yi bir anomali olarak tanımlayan genel kabul görmüş bu ucuzluğa yanıtı, tam tersindendir ve son derece yaratıcıdır:

“’Merkez’ ile ‘çevre’ arasında bir mutabakat vardır, Cumhuriyet’in sonunu bu mutabakat getirmiştir. (…) Mutabakatın temelinde ise esas olarak antikomünizm/komünizmle mücadele bulunuyor ve bu mutabakat Soğuk Savaş konjonktürüne denk düşüyor.” (s. 10)

Türkiye’de düzenin her krizde dinselleşmeyi ağırlaştırmasının dayandığı kaynakları okunur kılıyor Yaşlı. Komünizm sayesinde tarih sahnesine çıkabilen Türkiye Cumhuriyeti, ilk “kemalist” döneminde dikkatli bir biçimde Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler içinde kalarak, ama 1945 sonrasında bu şebekenin sürekli genişleyen etki alanında bir antikomünist cephe devleti kimliğiyle konuşlanarak kendi sonuna yürümüştür.

Bunun çeşitli anlamları olmalı. Türkiye yönetici sınıfı, Türkiye kapitalizminin uç beyleri ile birlikte galiba 1945 sonrasında işlerin nereye varacağını görmüş, SSCB sayesinde doğup ayakta kalabilmiş 1923 Cumhuriyeti’ni Pax Americana’ya satma veya pazarlama kararı almıştı. Rejimin sahipleri değişen dünya ikliminde “kalkınmacı-devletçi politikalardan vazgeçiyor ve uluslararası işbölümüne hammadde ihracatçısı, mamul madde ithalatçısı, yani bağımlı bir ülke olmayı kabul ederek eklemleniyor.” (s. 11)

Ülkede henüz kayda değer bir tabana sahip olmayan bir komünizmi de tehdit olarak gösterip, daha doğrusu bir komünizm tehdidi icat edip buna çare olarak dinselleşme politikalarını devreye sokmayı başardılar.

“CUMHURİYETİN UZUN İNTİHARI”

Fatih Yaşlı’ya göre, 1923-1946 arasına “damgasını vuran ve tarihsel olarak ‘ilerici’ bir karakter taşıdığını söyleyebileceğimiz erken Cumhuriyet paradigması”, İkinci Büyük Savaş’ın hemen ardından değiştiriliyor. Ancak bunu zamana yayıyorlar. Karşıdevrim uzun ve aşamalı bir süreçten geçiyor. Devrimin aşaması olmuyor, kim ne derse desin, ama karşıdevrimler on yıllara yayılan bir süreçle tüm ilerici tarihsel kazanımları “adım adım” yutabiliyor. AKP, bu aşamalı karşıdevrimin finali kabul edilebilir. Fatih Yaşlı, bu süreci “Cumhuriyet’in uzun intiharı” olarak kavramlaştırıyor ve gerçekten de doğrudur.

Komünizmle Mücadele Dernekleri, Milliyetçiler Derneği, Milli Türk Talebe Birliği, Büyük Doğu dergisi vb. bir yana, Aydınlar Ocağı örnektir. Bu antikomünist “entelektüel şiddet” örgütü 1970’lerden başlayarak bugünkü Türkiye’yi yaratmak üzere “Türk-İslam sentezi”ni icat ediyor. Bu sentezin devletin resmi ideolojisi halini alması, büyük bir şiddetin yardımıyla, yani 12 Eylül’le sağlanıyor. “Perçinleniyor” da diyebiliriz.

Belki, şöyle bir aşamalı karşıdevrim tarihçesi çıkarabiliriz. 1946’dan sonraki dinselleşme yetmediği için 12 Mart ve 1970’lerin faşist sokak terörüne, onun ardından da 12 Eylül’le birlikte yoğunlaşan bir dinselleşme dalgasına tanık oluyoruz. Amaç, emeğin tevekkülünü yoğunlaştırmak ve halkta rıza yaratabilmektir. Bunun bir yıkım ideolojisi olduğunu, kitap boyunca çeşitli açılardan ışık tutarak açıklıyor Dr. Yaşlı. Merkezle çevre arasındaki mutabakat dinselleşme politikaları üzerinden bu antikomünist şebekenin kitleselleşmesini kolaylaştırıyor: “Cumhuriyet’i düzenin hegemonya arayışı ve bu arayış  esnasında komünizmle mücadele adına dinselleşmeye sarılması yıkıyor (…).” (s.15)

Yıkımın üçlü bir bunalımdan doğduğu tezi, akıl açıcıdır. 1945 ile birlikte, tuhaf ama dünyada faşizmin ezilmesiyle birlikte, birinci hegemonya bunalımı sahnededir Türkiye için. Dünyada reel sosyalizm sistemleşmektedir. Doğu Avrupa’da komünist iktidarlar yerleşmiştir, ki bunların başını bir küçük Alman sosyalist devletinin (DDR) çektiğini bir başka yerde işlemiştik. Bu iktidarların yalnız olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü Batı Avrupa’da da iktidar adayı KP’ler iktidarın eşiğindedir. Güçlü bir antifaşizm Avrupa’da dizginleri ele geçirmiş durumdadır.

Türkiye’de böyle bir akımdan ve akıştan söz etmek zor, fakat egemenlerin önlemler aldığını görüyoruz. İnanılmaz keskinlikte bir burjuva bilincinden söz etmek zorundayız: Patron sınıfı, her şeyi satmaya, Türkiye’den de kolayca vazgeçmeye hazırdır. 

İkinci bunalım 1965-1980 arasında yaşanıyor. Bu yıllara yayılan hegemonya bunalımında halk sol fikirler ve TİP ile tanışıyor. Devrimci gençlik hareketi canlanıyor, işçi sınıfı hareketleniyor. Dışarıda ise reel sosyalizm yeni kazanımlarla yayılmasını sürdürmektedir. Not olarak bir kenarda durabilir.

Üçüncü bunalım dönemindeyiz: 1990-2002 arasındaki hegemonya bunalımının diğer önceki bunalım dönemlerinden en büyük farkı, dışarıda reel sosyalizmin yıkılmış ve tarihe gömülmüş olmasıdır.

Bu üçlü periyodizasyonun son ayağında bir rejim değişikliği yaşanıyor Yaşlı’ya göre: “(S)ola karşı kendilerine açılan kapılardan girenler, o kapıları açanları da tasfiye edecek bir şekilde iktidara yerleşiyor ve bir rejim inşasına girişiyorlar.” (s. 27)

Böyle bakınca, Türkiye’nin 2025 itibariyle bir çoklu organ yetmezliği aşamasına geçiş yaptığını  düşünebiliriz. Yaşlı, bunun nedenlerini çeşitli düzlemlerde düzen sahiplerinin girişimlerini sergileyerek anlatıyor. Birçok kapıyı ardına kadar aralıyor. Yetmiyor, bazı duvarları delerek yeni kapılar açıyor. Büyük bir entelektüel cüret karşısındayız. Bir yeni kuşak karşısındayız. 80 yılın tüm entelektüel kazanımlarının sırtına çıkıp oradan ilerileri gözleyebilen bir kuşak. Fatih Yaşlı, yeni bir sosyalist mütefekkirler kuşağının öncü isimlerinden olduğunu bu kitaplarıyla ilan etmiş sayılmalıdır. Bu, bir cüret.

Dr. Yaşlı, bu cüreti Türk veya Kürt tarihine etnik bir merakla eğilerek değil, tüm etkileşim kanallarıyla birlikte Türkiye tarihine tarihsel maddeci, açık bir sınıfçı bakışla yaklaşarak gösteriyor. Böylece Türkiye’de on yıllar boyunca etnik gerekçelerle ezilen kültürleri de korumaya almış ve yeni bir sosyalist kuruluşa “asli unsurlar” kimliğiyle davet etmiş oluyor.

“MOSKOF DÜŞMANLIĞI” VE TÜRK GERİCİLİĞİ

Biraz önce de değindik: Cumhuriyet, kuruluş döneminde, Osmanlı’dan farklılaşarak Rus düşmanlığını gömüyordu, gömmek zorundaydı, çünkü Rus devrimi sayesinde, veya sosyalist Ruslar sayesinde kurulabilmişti.  SSCB Rusyası Türkiye Cumhuriyeti’nin yegâne güvencesiydi. Kurucu babalar bunu görmemiş olamazdı. Doğan Avcıoğlu için, örneğin, kemalizmin en büyük bir düsturu Sovyetler ile iyi ilişkilerdi. Ki genç Doğan Avcıoğlu tarihe müdahale ettiğinde, Dr. Yaşlı’nın kitap boyunca sergilediği gerici çabalar önemli mesafe kaydetmiş ve cumhuriyetin altını iyice oyabilmişti. Yalçın Küçük’ün kemalizmin doğumunu 1950’lerde görmek istemesinin nedenlerinden biri de bu olabilir.

Faşistler ve/veya İslamofaşistler, her türlü dinci hareket, bunu, yani Ruslar ile iyi ilişkileri, Cumhuriyet’in esas suçu olarak gördü. Tarihsel “Moskof düşmanlığını” gündem dışı bırakan, hatta SSCB için bir tür tampon devlet işlevi üstlenen 1923 Projesi’ni, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu babalarının bu yaklaşımını Türkçüler de İslamcılar da kabullenemedi. Bunu, bir anomali saydıkları cumhuriyetin affedilemez suçu olarak tanımladılar. Sermayenin Pax Americana ile uyumunda, hatta ona çağrısında bu “anomalist yaklaşım” kolaylaştırıcı bir rol üstlenmiş oldu.

Bu gerçekten mufassal çalışmada değinilmesi gereken birçok nokta var. Ama bizim burada gelmek istediğimiz bir yer, Yaşlı’nın geniş kaynakça ve fikir üretimi içinde Türk gericiliğinin sığ kafalarından Muharrem Ergin’in hümanizm hezeyanlarına da yer verdiği noktalardır. Dr. Fatih Yaşlı, Ergin türünün hezeyanlarından hareketle bir başka şeyin açığa çıkmasını kolaylaştırıyor:

“Komünizm tehlikesi Türkiye’ye hümanizmin açtığı kapıdan girmiştir. Hümanizm Türkiye’de komünizm karşısındaki en büyük mukavemet unsuru olan milli kültür kalesini yıkmış ve komünizme gerekli zemini hazırlayan başlıca amil olmuştur.” (s. 291)

Buradan hareketle ve bir ön düzeltme ile söyleyeceklerimiz var. Hümanizmin insanseverlik vs. olarak tercümesi başlı başına bir sorun. Doğrusu, tarihten tanrının (metafizik egemenliğin, dinin) sürülmesi hareketidir. Tanrı, tarihin ve kamusal yaşamın egemeni olmamalıdır. Bunu Orhan Gökdemir’in son kitabında, “Karanlık Yol”, bir notuyla tamamlayabiliriz: “Kant tanrıyı tahtından indirmişti, Robespierre buna dayanarak ayaklanıp kralı tahtından indirdi. Cumhuriyet bir taht devirme işidir. (…) Ve elbette bütün bunlar halkın üzerindeki din etkisini sıfırlama işidir.” (Orhan Gökdemir, Karanlık Yol, Yazılama Yayınları, İstanbul 2024, s. 263.)

Muharrem Ergin türü Türk gericiliği veya Türk faşizmi burada büyük bir tehdit görmektedir ve bu öngörüsünde haksız olduğunu söyleyemeyiz. Tanrı fikri veya toplumu bir arada tutacağı varsayılan her türlü dinsel-metafizik ideoloji eğer kamusal alandan sürülürse, sermaye rejiminin sürdürülemeyeceğini öngörebiliyorlardı. Kendileri metafizikle (etnik metafizik dahil) uyuşturulmuşlardı, bu bağımlılıktan ve o uyuşturucudan koparılmayı felaket sayıyorlardı. Varlıklarını sürdüremeyeceklerinden emindiler.

HÜMANİZMİN ASIL ANLAMI VE İSLAMOFAŞİZM 

Kapitalizmin metafizik ihtiyacına geliyoruz. Kapitalizmin metafizik ihtiyacı, dünya emperyalist-kapitalist sisteminin merkezinde “demokrasi dini”, çevresinde veya bağımlı ülkelerde ise geleneksel dinler üzerinden karşılanabilirdi. Öyle de olmuştur.

Toplumun, emek sömürüsünü doğal karşılayacak şekilde yönetilmesi için, metafiziğin, dinselliğin iktidarda bir rolünün, ciddi bir ağırlığının olması gerekiyordu. Tanrı düşüncesinin ve onun yeryüzündeki gölgelerinin kamusal yaşamdan dışlanması, gerçekten de komünizme kapı açıyordu. Marx ve Engels aydınlanma düşüncesinin ve bu anlamda bir hümanizmin çocuklarıydılar. Marksizm, yaşamın metafizik ideolojiler, fikirler dışında örgütlenmesi için kurgulanmış bir yöntemdir. Tanrının tahtına insanın oturtulması, bir tür nükleer bombadır sermaye iktidarları için.

İşte hayvani bir içgüdüyle Türk faşistleri, örneğin Muharrem Ergin ve kuşağı, kamu yönetiminden tanrının, göksel güçlerin, metafiziğin sürülmesinin sonuçsuz kalmayacağını hissediyordu. Türk yönetenlerini ikna edebilmeleri için on yıllara  ve hem devlette hem de sokakta İslamofaşist şiddete ihtiyaç duymuşlardı. 2002 sonundan itibaren finale geldikleri ve işin mantıki sonuçlarını uygulamakta kararlı oldukları anlaşılıyor. İslamcılaştırılmış bir devletin ve halkın tek şansları olduğunu kavramışlardı. Korku? Şuydu: Tanrının yeryüzündeki gölgeleri siyasetten ve ülke yönetiminden sürülürse, sömürü sorgulanmaya başlayacaktır. Sömürüsüz bir dünyanın mümkün olduğu halkın bilincinde en azından bir soru işareti olarak yerleşecek, kitleler bu sorunun basıncını hissedecektir.

Dr. Fatih Yaşlı’nın bütün kitabı, daha önceki kitapları ve artık sayısız makaleleriyle birlikte, bir söz hakkı doğuruyor. Türk gericiliğini, böyle çok geniş kaynak ve saldırılarıyla masaya yatırınca, sadece reddiye değil, yeni bir toplum önerme hakkı da yaratmış/doğurmuş oluyorsunuz.

Ama sol liberal gericilikle Yaşlı’nın yaklaşımı ve analiz yöntemlerinde temel bir farklılık var. Sol liberal gruplar, Türk milliyetçiliği ve şeriatçı akımlara Hollywood’un western filmleri kafasıyla bakıyor ve bunların “kemalist vesayeti” tırmaladığını düşünüyor ve resmen övüyordu. Ruşen Çakır-Nilüfer Göle hattı istisna değildi. Dr. Yaşlı, Türk faşizminin veya Türkçü faşizmin entelektüel çabalarının son derece bayağı olduğuna dikkat çekmek üzere bir döküm/analiz çıkarıyor. Şunu düşünebiliyoruz: Tamam, düzeysizler, ama etkililer.

“Yetmez ama evet”in mantıki sonuçlarıyla sol liberalizm, gericiliğe bir hak tanımak için yazıyor. Fatih Yaşlı ve kuşağı ise böyle bir hakkı tanımamak için yazıyor. Birinciler gericiliği bir demokratik hak, ikinciler (Dr. Yaşlı ve yeni devrimci tefekkür kuşağı) ise engellenmesi gereken bir çürüme olarak sergiliyordu. Dolayısıyla Birikim vs. çevresinin faşist ve İslamcı çevreler/ideolojiler merakında yatan gericilikle, genç komünist düşünürlerin analiz hırsı arasında sınıfsal anlamıyla antagonist  bir fark var. Yaşlı, bu yeni yolun kurucusu ve sürdürücüsü olduğunu daha önce art arda yayımladığı kitaplarla (Kinimiz Dinimizdir: Türkçü Faşizm Üzerine Bir İnceleme; AKP, Cemaat, Sünni-Ulus; Türkçü Faşizmden ’Türk-İslam Ülküsü’ne; Antikomünizm, Ülkücü Hareket, Türkeş.) göstermiş oluyor.  Övmek ve hayran olmak, demokratik çerçevede kendilerine bir yer açmak ve bir rant yaratmak için değil, sermaye düzenini ve sağ düşüncenin kitle desteğinin altını oymak, diktatörlüğü (istibdadı)  yıkmak, en azından etkisizleştirmek için sağın “cemaziyelevvel”ini inceliyor. Marx’ın ve sosyalist bir iktidar için mücadele veren takipçilerinin yoludur.

YÜKSELİŞ VE DÜŞÜŞ

Kitapta ayrıntılı işliyor Dr. Yaşlı: İkinci Büyük Savaş, Türkiye’de halkın reel gelirlerinde büyük bir gerilemeye yol açmıştı. Bu gerileme, halkın reel geliriyle siyasi tercihleri arasındaki bağlantıları yeniden harekete geçirmişti ve İkinci Savaş sonunda iktidardaki CHP ile sermaye sınıfı arasındaki bağlar gevşemişti. Çünkü sermaye, yeni dönemin ruhuna, cumhuriyetin kuruluş yılları ruhuna yanıt veremeyeceğini anlamıştı. CHP, vaziyetten vazife, kendi içinden de DP’yi çıkarttı. Bundan önce Şemseddinler operasyonu (Şemseddin Sirer ve Şemseddin Günaltay) ile ilk büyük sinyalleri vermiş oldu.

Rıza üretiminde başarısız CHP, geçmişiyle tutarlı kalmakla yeni dönemin gereklerini yerine getirmek arasında çaresizdi. DP, böyle doğdu.

Fatih Yaşlı’ya göre, 1946, dinselleşme, antikomünist histeri ve emperyalizmle (ABD) açık bağımlılık ilişkileri kurmanın da miladıydı: CHP, Yaşlı’nın güzel formülasyonuyla, “Cumhuriyet’in uzun intiharını” burada başlatmıştı. Dünyada solun yükseliş yıllarıydı. Doğu Avrupa’da sosyalist devletler kurulmuş, Batı Avrupa’da da KP’ler iktidar kapısını çalacak kadar güçlenmişti. SSCB, Ankara’nın savaş sırasında Berlin’e verdiği desteği hatırlamakla kalmıyor, ayrıca hatırlatıyordu. Türk yönetenleri bu basıncı, ABD’ye sığınarak göğüsledi. Yani birinci hegemonya krizinde solun yığınsallıktan çok uzak olduğunu ve bu anlamda bir rol oynayamadığını görüyoruz.

Ama ikinci büyük hegemonya krizinde, dünyada sosyalizmin prestiji yüksekti ve içeride de bir sol yükseliş vardı. 1965-80 döneminde içerideki sol basınca 12 Eylül ile bir yanıt verilmiş oldu. Yaşlı, 1979’dan bir örnekle kârların düştüğü, ücretlerin katma değerden aldığı payın arttığına dikkat çekiyor. (s. 346)

Demek ki şöyle: 12 Eylül ekonomiden devleti sürmek, ama onu bir güvenlik aygıtı olarak da tahkim edebilmek amacıyla yapılmıştı. Emeğin ucuz, TL’nin düşük değerli, hayatın da pahalı olduğu Türkiye’de emeğin tevekkülü ancak dinle sağlanabilirdi. Neoliberal ekonomiye din zerk edilmeliydi. 1977-1980 aralığında Türkiye’nin düzeni, sermaye düzeni, 1946’dan çok daha yoğun bir hegemonya bunalımıyla karşı karşıyaydı. Dolayısıyla çok daha yoğun bir dinselleşme devreye alındı.

2000’lerin başında bu dinselleşme dozu tavan yaptı. AKP bu dinsel dalganın sahibi oldu. Solun içindeki liberal dalganın yardımıyla, solun kamusal yaşamdan adeta kazındığına tanık olduk. Bu da halktaki İslamileşmeyi 2000 sonrası doğumlular sahneye çıkıncaya kadar derinleştirmeyi başardı.

Bu alanda alınan mesafeyi 15 Temmuz 2016 darbe girişiminde görmek olasıdır. Yaşlı’nın da vurguladığı gibi, iktidar mücadelesi artık eskiden olduğu gibi (merkezdeki) cumhuriyetçiler ile (çevredeki) İslamcılar arasında değil, bizzat İslamcılar arasındaydı. Ordu, mesela, bu iki odağın muharebe alanına dönüşmüştü. Bu süreç, “teğmenler olayı”na kadar böyle işledi. O noktada bambaşka bir tablo ve korku ortaya çıktı. Bu “sürprize” ve sonuçta AKP devletinin sadece dört genç teğmeni uzaklaştırabilmesine, içindeki korkuya bir başka zaman ve zeminde tekrar değineceğiz. 

Gelinen acı nokta şuydu: Yoksullaştıran büyümeden yoksullaştıran küçülmeye geçen Türkiye’nin bu cesametini koruması mümkün değildi. Ya büyüyecek ya da küçülecekti. Türkiye’nin bugünkü sınırlarıyla bütünlüğünü koruması sadece sosyalist bir programla ve iktidarla mümkün olabilir, diyen bizlere hak verdiren bir süreç işliyordu.

2025’te Türkiye, Yaşlı’ya göre, tekrar bir hegemonya bunalımına sahne olmuştur. Ancak bundan daha fazla İslamlaştırma da mümkün değil. Soru, şu: Ne olacak?

Bu parlak kafanın açtığı tarhlardan yürürsek söyleyeceğimiz çok şey var: Belki Türkiye halkının ek bir İslamcılaşma hamlesine rıza göstermeyeceği, en azından buna eylemli bir destek vermeyeceği söylenebilir. Zaten de 23 yıldır biraz öyle. Rıza olmasa bile bir kabullenme var, (“başa gelen çekilir” gibi), ancak eylemli bir destek yok. Ancak halkın yıllar sonra tekrar bu İslamcı hamleye karşı çıkma temrinleri yaptığı günlerden geçiyoruz.

Nereye mi gidiyoruz?

SUSKUNLUĞUN SONU: NEYİN BAŞLANGICI?

AKP, evlerinde oturan milyonların suskunluğu sayesinde iktidardaydı. Sokak hareketlenmedikçe, AKP’nin hesapları tutacaktı. Sokak hareketlendiğinde ve bu hareketlilik kalıcı olduğunda, AKP iktidarı bırakmak zorunda kalacaktı. Sonuçta AKP zihniyeti, cumhuriyeti sözünü ettiğimiz bu suskunluk sayesinde yıkabildi ve bu konuda ana muhafelet partisi CHP ile ona ve hep AKP’den “bir zuhur bekleyen” Kürt siyasetine yamanmış bir kesim solun büyük yardımını aldı. Ama yeni bir rejimi de bir türlü kuramadı.

Kaderini değiştirmek için sandığı bekleyen halklar, o sandığın başını tutmuş olan elitlerin oyuncağı, hatta tetikçisidir. Kemal Okuyan’ın çok sık hatırlattığı gibi, seçimler, sandıktan önce kazanılır veya kaybedilir. Halkı sandığa kilitleyebilen bir sermayenin, hangi parti olursa olsun hep önde çıkacağını, dolayısıyla öngördüğü siyasetin çıkacağını söylemek bile gereksiz.

Düzen siyaseti, İslamcı hegemonyanın karşısına, hegemonya gerilemesine rağmen, onun yerini alabilecek bir plan ve program çıkarabilmiş  değil. Ama iktidar şansı var yine de. Çünkü AKP rejimi halkı çok hırpalamaktadır.

“Antikomünist Şebeke”ye, yani bir mutabakata karşı çıkmak için bir başka mutabakatı masaya çarpmak şart. Demek ki, içinde devrimci sosyalistlerin, yani komünistlerin de yer aldığı (ama piyasayı ilk fırsatta yıkacağını da ilan ettiği) bir ortak cumhuriyetçi cephe gerekiyor. İstenirse, buna komünist uzlaşma da denebilir. Fakat komünist uzlaşma sadece komünistlerin uzlaşması değildir. Bu çemberin dışındakilerle, elbette aralarında bazı tasfiyesi gereken çizgiler var, ama onlarla belli cumhuriyetçi hedefler doğrultusunda, özellikle laiklik ve kamucu ekonomi için hareket edebilmek şarttır. Bunun adının mutlaka cephe vs. olması gerekmiyor. İslamcı siyaseti reddeden, cumhuriyetçi değerlere itiraz etmeyen, etnik fikrisabitleri solculuk saymayan, ama Kürt halkı ve kültürü üzerindeki baskının ideolojik bünyesini, yani Türkçü basıncı da çağdaş bulmayan kesimlerle ortak eylem koyabilenlerin mutabakatı, ister istemez komünist bir bakışı ve eli de içerecektir.

Seçimlerin sandığa gidilmeden  kazanıldığı doğrusunu içselleştirebilmiş bir muhalefetten söz ediyoruz. Böyle bir muhalefet topluluğu henüz yok. Sadece sinyalleri var.

Peki, neden yok?

Bunun yanıtını, ülkenin ancak sosyalist bir silkinişle varlığını koruyabileceğini ilan eden komünistler verebilir. Yanıt, düzen muhalefetinin hâlâ o antikomünist mutabakatın bir parçası olmasında bulunabilir.

Fatih Yaşlı bir örnektir: Türkiye sosyalist/komünist hareketi bu mutabakatı entelektüel alanda kırabildi.

Sıra pratikte. Pratik?..

Pratik, evet: Kumu biçimlendirecek olan çimentoya, teorik müdahaleye erişmiş bulunuyoruz. İslamcı iktidara karşı çıkan toplumun çoğunluğunun (kum), gericiliğe karşı bir set oluşturabilmesi için su ve çimento, hatta demir de gerekiyor. Devrimci teori olmadan devrimci hareket olmaz, malum. Teoride devrimci müdahaleniz yoksa, aşkın bir devrimci pratiğiniz de olmaz. Bunu 1917’den beri bilen, ama uygulayamayan, entelektüel/teorik bir aşkınlığı, kitlelerden kopmak sanan sol hareketin bize kurduğu bir tuzak bu. Kendi kendimize kurduğumuz bir tuzak.

Dr. Fatih Yaşlı, çoktan yeni bir dönem açıldığını da müjdeliyor aslında bu “Antikomünist Şebeke” kitabıyla. Tarihimizde ve sokaklarda yeni bir tarih açılmadan önce yazıp yayımladığı bir kitaptan söz ediyoruz. Kitabın gücü, bu sinyaller ezici çoğunluk tarafından görülmezken, geleni görebilmesinde ve gösterebilmesinde. Heyecan ve derinlik, tam da bu.

GÖRSEL: Ömer Yaprakkıran