“Değerler Avrupası”nın değerleri ve Türkiye: Hipokritlere kanmayın!

CEMİL FUAT HENDEK
Osman Çutsay bu sayfalarda yayımlanan “Savaş ikliminde sandık monologları: İyice sağcılaşacak bir Almanya mı doğuyor?” başlıklı makalesinde seçimler sonrasında Almanya’nın sağa kayışına dikkati çekerken Avrupa’ya da kısaca değinmiş. Ben sadece o paragrafı genişletmek için birkaç ek yapmak istedim.
BÜYÜK DEĞİŞİM
Artık sır değil, söz konusu olan “sağa kayış” istisnasız tüm Avrupa’yı kapsamaktadır. AB kurucularının bir zamanlar propagandasını yaydıkları “Değerler Avrupası” ve savunduklarını iddia ettikleri değerlerin hemen hemen tümü tarihe karışmış bulunmaktadır.
Bu kavram artık pek az örnek dışında (bir örnek aşağıda), demagoji yapma amacıyla bile kullanılmaz olmuş, çöpe atılmıştır. Trump’ın ikinci kez iktidara gelmesiyle birlikte başlayan karmaşa ve sermaye çevreleri arasındaki çekişme henüz durulmadı. Sermaye blokları arasında güçler dengesi belirlenmiş ve yeni bir “status quo” sağlanmış da değil. Fakat bunların ayırımsız tümünün baktığı genel doğrultu bellidir:
Bugün, Ukrayna’daki savaşı ne pahasına olursa olsun devam ettirmeye kararlı, çok daha büyük bir savaşa hazırlanmaya iştahlanan, gerileme gösteren sanayisini silah ve savaş malzemesi üretimiyle canlandırmaya niyetlenen, dünya çapında askeri ve sivil darbeleri, istilaları, yığınsal katliamları ve otoriter rejimleri açıkça ve doğrudan desteklemekte beis görmeyen, kendi sınırları içinde de bir zamanlar ekonomiden uzaklaştırdıkları devleti yeniden tüm gücüyle sömürü ve talan arabasına koşmaya hazırlanan, süreç içinde mutlak olarak yoksullaştırdıkları halkları militaristleştirmeye yönelen bir Avrupa duruyor önümüzde.
Herkes açısından belli olması gereken bu gerçeğin getireceği belirsizliklerle karşı karşıyayız.
HÜKÜMETLER/DEVLETLER ÜSTÜ BİR YAPTIRIM MEKANİZMASI
Bu kıtadaki emperyalist güçler, dayattıkları siyasi yönelişi, sadece devletlerin sınırları içinde hükümet eden çevrelerin eline de terk etmiyorlar. Bunların elinde, gereğinde hükümetler/devletler üstü kararlar alacak ve uygulatacak bir yapı mevcut: Avrupa Parlamentosu. “Parlamento“ lafın gelişi. AB’nin tepesinde her biri özel olarak sınanarak seçilmiş, sayısı 66 bini bulan uzmanlardan oluşan bir bürokrasi ordusu var. Son üç yılda yedi kez ücretlerine zam yapıldığı söylenen bu “subaylar ve erler”, ceplerine giren parayı hak etmek için karıncalar gibi bürodan büroya koşuşturarak çalışıyorlar.
Yaptıkları iş nedir?
Emperyal gereksinimlere yanıt vermek üzere konseptler üretmek, bunları olgunlaştırıp, pişirerek, uygulanabilir projeler haline getirmek. Bu projeler arasında “egemen” Avrupa devletlerinin sınırları içinde halkların direnciyle karşılaşma riski taşıyanlar olsa da ne gam! Bir bakıyoruz, tartışmalı bir konunun bugünden yarına AB Komisyonunda kararlaştırıldığını okuyoruz/duyuyoruz. Meğerse konu çok daha önceleri konuşulmaya başlamışmış. Dahası, Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen Hanımefendi ön anlaşmalarını imzalamışmış, nihai anlaşmaları da formüle edilip imzaya hazır halde masasına konmuşmuş bile!
DEĞİŞİM TÜRKİYE’YE DE YANSIYOR
Avrupalı emperyalistler dayattıkları değişimle birlikte önemli bir noktaya, yeni bir bakış açısıyla odaklanmak zorunda kaldılar. Hammadde kaynakları, pazarlar ve ticaret yolları açısından emperyal etki alanlarını ABD olmaksızın yeni baştan gözden geçirmekteler. Burada elde edilecek sonuçlara göre stratejik, taktik hedefleri güncellemeye hazırlıklı olmak isteyenler çoğalıyor. Türkiye’nin gündemdeki yeri işte tam da bu nedenle hem Avrupa’nın açık tartışma amfilerinde, hem de kapalı kapılar ardındaki bir takım mahfillerde tazelendi.
Şöyle formüle etsek, sanırım pek de haksız sayılmayz: “Batı Avrupa’da, sosyalist sistemin çözülmesi ardından Türkiye’nin stratejik öneminin azaldığını düşünen bazı çevreler vardı. Avrupa’nın yeni baştan gözünü Rusya’ya dikmesi ve geniş kapsamlı bir savaş olasılığını gündemine almasıyla birlikte, Türkiye bu kesimlerin gözünde tekrar eski stratejik öneminikazanıyor.”
Ülkemiz işte bu bağlamda hem tasaların hem de beklentilerin merkezine oturuyor.
ESKİ KONSEPTLER TEKRAR MASADA
2000 başlarında Türkiye’nin Avrupa’ya ait olup olmadığı değildi sorun. Avrupa Birliği’ne dahil olup olamayacağıydı. Ve Avrupa Birliği’nin kurucuları en başından itibaren Türkiye ile birlikte olmayacaklarını, ama Türkiye’siz da olamayacaklarını biliyordu. Şimdi de biliyorlar. Fakat tartışmalara şu sıralarda aynı yerden devam edilecek gibi görünüyor.
O sıralarda AB bürolarında dolaştırılan, tartışılan ve sanırım sadece pek az bir kısmı kapıların dışına sızmış bir öneri vardı: AB’nin askersel savunma konseptinde Türkiye’ye özel bir görev yüklemek. Trump’ın Avrupa’yı bu alanda yalnız bırakacağını söylemesiyle birlikte ortaya çıkan durumda işte bu konu da tekrar çekmecelerden çıkarılıp, masa üstüne konuyor.
İŞTAH ARTIYOR
Fakat sadece o konu da değil. Kolay mı? Onsuz olamayacakları bir “minik dev” var Asya ve Orta Doğu sınırlarında. Üstelik argo ifadesiyle, “boru değil”, gayrı safi ulusal hasılası 1 trilyon 450 milyar dolara(*) ulaşmış, dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasına karışmayı başarmış bir minik dev!
Nesi var bu minik devin?
Varsıllığını daha da büyütmek üzere gözünü karartarak ülkesinin tüm kaynaklarını kazıya kazıya kasalarına doldura bir sermaye sınıfı var. Bu sınıf, bölgede ve dünyada kendisi için başkaca rollerin hayalini kurarken, onlara hizmet etmekte gayretkeşliği bir diğerine bırakmamaya çalışan kadroların pek yaygın olduğu bir siyaset arenası var. Üstelik bunlar sadece “kendi” sermaye sınıfının değil, başkalarının projeleri için de görevler yüklenmeye hevesli olduklarını haykırıyorlar. Daha ne olsun?
Tabii bu arada her seferinde anımsatalım: Oldukça zengin yeraltı zenginliklerinin yanı sıra yılda birkaç kez hasata elverişli büyük tarım alanları, binlerce kilometre deniz kıyısı, gölleri ve nehirleri işin kaymağı. Ve tüm bunların yanı sıra “Ne iş olsa yaparım,” demek zorunda bırakılmış, kimisi üniversite diplomalı gepegenç bir nüfusu, yani milyonlara ulaşan bir ucuz işgücü ordusu var.
Bu özelliklerin emperyalislerin iştahını kabartmaması olası mı?
KORKU DA EKSİK DEĞİL
Ama ortada sadece güneşli bir manzara yok. Bu “minik dev”in ekonomisinin ne denli kırılgan olduğu da bilinmez değil. Bir zamanlar iflası söz konusu olursa dünya ekonomisini de sarsalayacağından bahsedildiği unutulmuş olamaz. Bilen biliyor, bu tehlike tamamen atlatılmış değil. Böylesi bir olasılığın Avrupa’ya getireceği yük de yeterince korkutucu.
Korku sadece bundan ibaret de değil. Artık yaşam koşulları açlık sınırının altına doğru evrilmekte olan milyonların giderek ne zaman patlayacağı belirsiz bir bir bombaya evrilme olasılığını Avrupalı düzen sahipleri kendi deneyleriyle bilirler ve bundan müthiş korkarlar. Teslim etmeseler de, sosyalistlerin akıllarından çıkarmadığı “Zayıf Halka Teorisi”nin ne denli geçerli olduğunu da bilirler. Nitekim AKP iktidarının ne zaman olacağı belirsiz seçimleri şimdiden formatlama girişimi, işine gelmeyen adayı devre dışı bırakma önlemi, bardağı taşıran bir damla oldu. Gelişmeler ortada. Bu tabii devrim değil, ama ülkedeki siyasi kırılganlığı bir kez daha gözler önüne serdi.
“HİPOKRİTLERE” KANMAYIN!
İşte tam da bu nedenle Türkiye’deki iktidarın bu tür bir evrilmeyi daha da hızlandıracak baskıcı adımlar atması Avrupa tekelci sermayesinin bir kesimini aşırı tedirgin edebilir. Bir zamanlar Sovyetler Birliği’nin Türkiye’de büyük toplumsal çalkantılardan tedirgin olduğu doğrultusunda söylentiler vardı. Bu düşünce Batılı emperyalistler arasında da yoğun biçimde yaygındır. Artık, bu tedirginliğin ağızlara sakız olmuş “demokrasi, insan hakları” ile herhangi bir ilintisi olduğu düşünülmemelidir.
Dedik ya: Eski değerler çöpe atıldı, eski çamlar bardak oldu!
Bu yanılgıya düşenler işte o bardaklardan zehir içerler. Artık Avrupa’da siyaset sahnesini hipokritlerin doldurduğu konuşuluyor. Yani düşündüğü söylediğinden farklı, çifte ahlaklı, yalancı ve fırıldak birileri, tekellerin lobicileri… Bunların bir kısmından şayet cumhurbaşkanına ya da genel olarak AKP’ye yönelik -dikkatli- eleştiriler, uyarılar yükselirse, asla inanmayın. Bunlar Türkiye’deki eğreti demokrasi duvarından son tuğlaların da sökülmesinden tedirgin oldukları için değil, toplumsal çalkantıların büyüyerek rejimi tehlikeli sulara sürükleyeceğinden korktukları için bu sözcükleri mırıldanıyorlar.
Peki, kapalı kapılar ardında ne oluyor dersiniz?
Avrupalı emperyalistler Erdoğan’dan ve onun AKP’sinden pek memnundurlar. Bir zamanlar ABD’de son anda kanalizasyona süprülmekten kurtarılan bir cumhurbaşkanına bugün de Avrupalı dostları destek sinyalleri göndermektedir. Bu dostlar Avrupa’yı Türkiye’ye yaklaştırma, ona yeni görevkler yükleme hevesindedir. Bu bağlamda bir zamanlar ABD emperyalizmi tarafından ülkeye gönderilen Kemal Derviş’i andırır biçimde görev üstlenen Birleşik Krallık’ın ünlü “Majesteleri’nin Pasaportu”na sahip Şimşek’in uygulamalarını da sessiz bir dikkatle izlemektedirler.
Adalet mekanizmasını harekete geçirerek başlatılan son pervasızlığın, Avrupa’dan gönderilen işte bu sinyallerle kazandırılan güvene dayandığı düşünülmelidir.
__________________
(*) STATISTA, Turkey: Gross domestic product (GDP) in current prices from 1987 to 2029 (in billion U.S. dollars) https://www.statista.com/statistics/263757/gross-domestic-product-gdp-in-turkey/
GÖRSEL: Ömer Yaprakkıran