Işın Ertürk: Almanya’daki Türkiye ve bir ilericilik-gericilik kavgası
OSMAN ÇUTSAY
Federal Almanya’da çok uzun yıllardır “Türkçe gazetecilik” yapan ve halen Yeni Posta (www.yeniposta.de) gazetesinin yayın yönetmenliğini sürdüren Işın Ertürk, bu ülkedeki siyaset arenasını masaya yatırdığında özellikle Türkiye kökenli toplum açısından ortaya olumlu bir resim çıkmamasından yakındı. Alman siyasetinin Türk siyasetinden öğrendiklerini uygulamaya başladığı kuşkusuna kapıldığına dikkat çeken Işın Ertürk, Türkiye kökenli toplumun Almanya’daki konumu, Alman siyasetindeki son gelişmeler ve bütün bunların arka planıyla ilgili sorularımızı yanıtladı.
– Uzun yıllar Almanya’da hem yerel yayınlarda hem de çok satan ana akım Türk medyasında gazetecilik yaptınız. Kitaplarınız var. Gazeteciliğe ve YouTuber olarak dijital yayıncılığa devam ediyorsunuz. Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli yaklaşık 3,5 milyonluk bu toplumu yakından tanıyorsunuz. Bu toplumda nasıl bir değişim gözlediniz son yıllarda? Kökleri Türkiye’de olan bu insanlar özellikle son 10 yılda nereye bakıyor, nereye gidiyor? Alman toplumundaki dönüşümlerle nasıl bir etkileşim içinde?
IŞIN ERTÜRK – Tüm bu göç hikâyesinin zorlu geçmesine yol açan şeyi, her iki tarafı da kapsayarak betimleyen en iyi söz şu: “Her ikimiz de hazırlıksız yakalandık.” Bundan 63 yıl önce her iki taraf da bu büyük kültürel karşılaşmaya açıkçası, evet, hazırlıksız yakalandı.
Almanya’nın bol ödüllü kabare sanatçısı Muhsin Omurca’nın da gösterilerine konu olmuş bu ilişki, aslında tam bir “görücü usulü evliliğe” benziyor. Birbirlerinin dillerini, kültürlerini, yediklerini içtiklerini, neye kızıp neye sevindiklerini bilmeyen iki farklı dünyanın buluşması. Birisi aydınlık bir cumhuriyetin ardından karanlık yıllara doğru ilerleyen bir ülkenin çocukları, diğeri ardında soykırımı bıraktıktan sonra dünyanın ekonomisi en güçlü ülkelerinden biri olma yolunda yapılanan bir ülkenin evlatları. Uyurken gördükleri rüyaların dili dahi farklı. O dönemde Almanya’ya göç eden insanımızın, buranın tabiriyle “ilk kuşağın”, henüz homojen, kutuplaşmamış, öz kültürü ve öz değerleri ile kurduğu bağın daha sağlıklı olduğu ve hatta seküler bir bakışı taşıdığını söyleyebiliriz. Ama unutmayalım, Almanya’nın da çok işine gelen bir özellikleriyle buraya geldiler: Müthiş güçlü bir “devlet baba saygısı” ve itaatkârlık.
– O itaat duygusu yitirildi mi?
IŞIN ERTÜRK – Örnek vereyim hemen: İşte tam bu “görücü usülü” buluşmanın üzerinden sadece 12 yıl geçtikten sonra, o itaatkârlığın, devlet babaya saygının yerini hesap sorma ve uyanış alıyor.
Ezilmişlik, işgücü istismarı ve dışlanmışlık sürerken, daha sonra acımasızca bastırılacak olan “misafir işçi göçü tarihindeki en önemli emek mücadelesi” 1973’de Baha Targün’ün liderliğinde patlak veriyor. Tarihe “Türk grevi” olarak da geçen Köln Ford fabrikalarındaki beklenmedik bu direniş ve ayaklanmayı göç hikâyesinin de kırılma noktalarından biri olarak algılayabiliriz.
ALMANYA’DA FİTİLİ ATEŞLEYEN DARBE
Hemşeri derneklerine paralel işçi dernekleri kurulurken ve sendikal örgütlenmeler sürerken, yine sadece yedi yıl sonra göç macerasının startını verecek olan ve ikinci sacayağını oluşturacak olan 12 Eylül faşist darbesi karşımıza çıkıyor. Siz “12 Eylül – Bir Alman Pastası” kitabının da yazarı olarak Almanya’da uzun yıllardan bu yana gazetecilik yapıyorsunuz ve 12 Eylül darbesine ilişkin farklı bir gerçeğe ışık tuttuğunuz bir kitap bu. O yıllarda Almanya’da iktidarda olan sosyal demokratların 1980 faşist darbesinde oynadığı rolü aktardınız. İşte o darbe, Alman-Türk buluşmasında toplumsal ve sosyal dönüşümün fitilini ateşledi diyebiliriz.
– Nasıl bir dönüşüm oldu bu?
IŞIN ERTÜRK – Bence, şöyle oldu: Bu beklenmedik ikinci göç dalgasında, hem sağdan hem de soldan olmak üzere, siyasi bilinci olan, mürekkep yalamış, donanımlı, örgütlenmeyi ve hak aramayı iyi bilen insanlarımız -ki aralarında ülkemizin çok önemli aydınlarının da yer aldığı bir topluluktu- Alman toplumuna birdenbire dahil oldular ve her iki toplumu da şekillendirmeye başladılar.
Göç sürecinin uyanış hikâyesi devam ederken bu ikinci göç dalgası ile birlikte, neredeyse göç macerasına baştan bu yana eşlik eden Ankara merkezli gazetelerin yanı sıra, bu kez de, bugün sayıları yüzlerle ifade edilebilen yerel ve dijital Türkçe gazeteler yayın hayatına geçti.
Fark şu: Bazı ulusal gazetelerin kültürel kaynaşmayı zedeleyen, Türk ve Alman toplumunu kutuplaştırmaya ve karşı karşıya getirmeye yönelik manşetler atmaktan çok da çekinmediklerine tanık olurken, Türkçe yerel gazetelerin bu konuda son derece dikkatli ve temkinli olduğunu gördük hep beraber.
Türkçe radyolar, Türkçe televizyon programları teker teker geldiler insanımıza farklı bir tondan seslenmeye başladılar…
Bir yanda radikal İslamcı ve siyasal İslamcıların da palazlandığı Almanya’da, 90’lı yıllarda peş peşe ırkçı kundaklamalar, aşırı sağcı tehdit büyük huzursuzluğa yol açıyordu.
“Misafir işçi mi?”, “Artık buralı mı?” tartışmalarını da beraberinde getiren Almanya da ilk kez ve nihayet göç ve uyum meselesine kafa yormaya başladı. Bence “görücü usulü evlilik”te ilk kez her iki tarafın ilk ve gerçek anlamda tanışması da bu yıllara rastlıyor. Binasyonal evlilikler dediğimiz Türk-Alman evliliklerinin sayısının da tırmandığı yıllar bunlar. Rüyalarda aynı dilin konuşulmaya başladığı yıllar.
– İşler yoluna girer gibiydi o zaman…
IŞIN ERTÜRK – Pek değil. Diğer taraftan eğitim seviyemizde bir türlü yükselme kaydedemediğimiz, Kuran kurslarının yeşerdiği, fabrikadan bozma, derme çatma binalardaki ibadethanelerin yerini almaya hazırlanan camilerin peş peşe temellerinin atıldığı (900’ü Diyanet İşleri Türk İslam Birliği DİTİB’e bağlı olmak üzere bugün sayısı neredeyse 3 bine ulaştı), 1980’li yıllarda bu eğilimin iyice yükseldiğini gördük. 1990’lar ise milliyetçiliğin iyice kemikleştiği, Türklerin de her geçen gün birbirinden soğuduğu ve hatta birbirine düşmanlık beslemeye başladığı yıllar. Aslında ilgi çekici bir fenomen. Almanya’daki Türklerin Almanlara yönelik nefret ve şiddet eylemlerinden bunca yıl gerçek anlamda söz edilemezken, insanımızın daha çok birbirinden uzaklaştığına şahit oluyoruz.
YURTDIŞI SANDIKLARI TERS ETKİ YAPTI
Çok uzun tutmak istemiyorum; zaten insanımızın Almanya hikâyesinin detayları her yerde var. Ancak genel çerçevenin, göçün üçüncü ve son ayağını da atlamak istemiyorum. Son 10 yılı soruyorsunuz. Yurtdışında yaşayanların Türkiye’deki seçimlere katılım serüveni, aslında 29 Kasım 1987’deki milletvekili genel seçimi ile başladı. Oy kullanmaları sadece Türkiye’ye gitmeleri ile mümkün olduğundan, sandıklara katılım oranı da çok düşük seviyedeydi. 2012 yılında yapılan yasal düzenleme ile “yurtdışında oy kullanma” yolu açıldı. Böylece 2014 yılında ilk kez yurtdışında kurulan sandıklarda Türkler cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oy kullandı. Milliyetçi ve siyasal İslamcı partilerin onlarca yıldır farklı adlar altında örgütlendiği Almanya’da, CHP son yıllarda siyasi arenaya geç bir giriş yapan kendi adıyla ilk siyasi parti olarak karşımıza çıkıyor. Bugün Avrupa örgütlenmelerinin duvara çarptığını ve tam olarak “CHP’yi sakın seçme” misyonu ile karşımıza çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz ki, bu da başka bir sohbetin konusu olur.
– Yurtdışındaki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının oy kullanması nasıl bir sonuç verdi sizce?
IŞIN ERTÜRK – Yurtdışında oy kullanma hamlesini itiraf etmem gerekirse ben de desteklemişimdir. Bilinçlenme ve harekete geçme açısından önem taşıdığını düşünenler arasındaydım. Ancak geri teptiğini, hem Türkler arasında hem de Alman toplumu ile Türk toplumu arasında onca yıldır ilmek ilmek dokunan dostluğa dinamit koyduğuna tanıklık etmek zorunda kaldım.
Siyasal İslamcı anlayışın ve sistemin basıncı arttırdığı baskısı ve özgürlüklere saldırılar, ülkenin eğitim, ekonomik, kültürel, sosyal alanlarda ve adalet açısından girdiği çıkmaz, insanımızı bir kez daha göç yoluna düşürdü.
Evet, göçün üzerinden 63 yıl geçti, itiraf etmek gerekirse her iki toplum da çok değişti. Bu değişimi sadece “pozitif” ya da sadece “negatif” olarak yorumlamak çok zor.
– Göç sürecinde yeni bir aşamadayız yani…
IŞIN ERTÜRK – Öyle denebilir. Göç hikâyesinin şimdilik üçüncü ve son dalgasını ağırlıklı olarak beyaz yakalılar, kendilerini entelektüel olarak adlandıranlar, gerçek mücadeleciler, laikler oluşturuyor. Kültürel köprüleri alın teri ile kuran, karşılıklı sevginin çoğalmasını nihayet beceren Almanya’daki Türklere üstten bakan, İngilizce konuşan ve kendi insanını hor görenlerin de içinde yer aldığı yeni bir kitlesel buluşmadan söz ediyoruz…
Her evresi farklı tarihsel olaylara ve olgulara dayanan bu macera Türkiye ve Almanya için bu kadar önem taşımasına rağmen ne yazık ki bir türlü derinlemesine araştırılmamış, arşivlik belgeselleri çekilmemiş yitik bir hikâye gibi karşımızda duruyor.
Son olarak: Türkiye kökenli insanımızın elbette Almanya’da daha görünür, daha etkin bir konuma doğru ilerlediğini her açıdan söyleyebiliriz. Bu ilerleme hem Türkiye’nin hem de Almanya’nın gelecekteki sosyal ve politik dinamiklerinde önemli bir rol oynayacak.
“DÖNER KEBAP VE DANSÖZ” TUZAĞI KIRILDI
-Çeşitli alanlarda etkinsiniz. Örneğin, kültür etkinlikleri düzenleyen bir dernekle de özellikle Güney Almanya’da ilginç deneyimler edindiniz. Kökleri Türkiye’de ama kendileri giderek daha az Türkçe kullanan bir kuşak var sahnede. Bu insanların kültür dünyasına ilgileri ne düzeyde?
IŞIN ERTÜRK – Almanya’da insanımızı “döner kebap-dansöz” kültürüne sıkıştıran anlayışı bizimkilerin yerle yeksan ettiği yıllardayız. Nüfusu neredeyse 3,5 milyona ulaşan Türkler cazdan saza, tiyatrodan sinemaya, stand-up gösterilerinden operaya, edebi yapıtlara dek uzanan geniş yelpazede sanatın her alanında üstelik çok önemli başarılara imza atmış olarak karşımızda duruyorlar. Başlarda “Türkiye’de Almancı, Almanya’da yabancı” klişesi içinde dönüp dolaşan işler bugün artık evrensel bir boyut kazanmış durumda.
İşte kültür ve sanat dünyasındaki bu uyanış ve başkalaşıma ayak uydurmak zorunda kalan Türk sivil toplum örgütlerinin yıllık etkinlik takvimlerinin içeriğinin de dönüştüğünü görüyoruz. 60 yılı geçen göç serüveninde ırkçılık, ezilmişlik, kimlik arayışı ekseninde dönen etkinlikler bugün Almanya’da hatta Avrupa’da olup bitene kafa yoran, yaşlı kıtanın içinde bulunduğu durumu sorgulayan, aslında çoktandır “buralı olanların” damgasını taşıyor. Ankara eksenli bakışın yerini özellikle son 10 yıldır Berlin’den hatta Brüksel’den bakışın aldığını artık rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak bu geldiği, köklerinin bulunduğu ülkenin kültürüne uzaklaşmış bir toplumla karşı karşıya olduğumuz anlamını taşımıyor elbette. Üstüne katarak, doğal bir akışta kaynaştırarak yoluna devam eden insanımızın yaptıklarını gözlemlemek gerçekten de çok heyecan ve umut verici.
Tüm bunlar olurken Alman kültür yapıcıların da bizimle birlikte dönüştüğünü de görüyoruz. Evet daha az Türkçe kullanan bir kuşak olduğu doğru. Bunun en önemli nedenlerinden biri ülkenin önemli bir bölümünde Alman eğitim sistemine, müfredatına Türkçe derslerinin İngilizce, Almanca gibi zorunlu yabancı dil dersi olarak yerleştirilmemiş olması ve Türkçe derslerinin halen konsolosluklar himayesinde müfredat dışı sunuluyor olması. Son kuşak Türkçeyi elbette dedeleri, nineleri gibi yani ilk kuşak gibi konuşamasa da yine de Türkiye ile hâlâ duygusal açıdan sıkı bağları olduğundan tamamen de bir kenara atmıyorlar. Türkçeyi silip atmak belli ki çok kolay olmayacak.
Ayrıca Türkçe basının ağır kan kaybı ve Türk televizyon kanallarından Avrupa’daki Türklere yönelik yayınlanan içi boş ve kötü Türkçe ile sunulan programlar da gençleri ne yazık ki Türkçe medyadan buz gibi soğuttu. Yine de kültür ve sanat dünyasına baktığımızda Türk kökenlilerin çalışmalarında ve aktardıkları eserlerde yer yer kültürel harmanlanmayı görmeye devam ediyoruz.
SOL İYİCE SAĞCILAŞTI
-Federal Almanya bir siyasi kurumlar toplamı olarak sizce nereye gidiyor? Yönetenler, yönetilenler nerede? Alman siyasetinde nasıl bir hareketlenme yaşanıyor? Neler olabilir? Sonuçta AfD ve onun muhalefetteki alternatifi BSW yükselişlerini sürdürüyor. Ancak CDU’nun rakipsizliği de ortada. SPD-Yeşiller-Sol Parti toplamı ise bitişte gibi. Alman ekonomisinde sanayisizleşme derinleşirken, siyasette neler bekliyorsunuz?
IŞIN ERTÜRK – Yanıtı “Almanya” perspektifinden vermek istesem de, okurken özneyi Avrupa olarak değiştirebiliriz.
Sosyal demokrat ve solun neredeyse merkez sağın yerini aldığı, desteklediği ve bizzat uygulamaya koyduğu barış ve çevre düşmanı politikalarla yaşlı kıtayı çöle dönüştürmeye hazırlandığı günlerdeyiz.
“Yöneten” ve “yönetilenler” kim peki? Gerçekte “yönetenlerin” küresel çete tarafından yönetildiğini artık sokaktaki çocuk dahi biliyor. “Yönetilenler” ise kıtanın göbeğindeki Ukrayna savaşının psikolojik, ekonomik, sosyolojik ve siyasi yansımalarını yaşıyor ve bedelini şu anda ağır bir şekilde ödüyor.
Enerji krizi ve tırmanan enflasyon altında ezilen, alım gücü zayıflayan, hatta fakirleşen, eğitim ve sağlık sistemleri yozlaşan, cinsiyet üzerinden yeniden formatlanmaya zorlanan, çok inandıkları demokrasileri, insan hakları ve özgürlüklerinin yeni dünya düzeni ile ellerinden birer birer geri alındığına inanmakta zorluk çeken halkın sesini duyan var mı?
– Var mı gerçekten?
IŞIN ERTÜRK – Evet, var. İçinde yer yer Neonazi grupların, faşizan katmanların yer aldığı şimdilik hâlâ “sağ popülist” olarak nitelendirilen Almanya için Alternatif (AfD) partisi.
Bıkkın, bezmiş seçmene ne istese hemen koşan ve çare sunan Almanya’nın ikinci büyük partisi konumundaki AfD, yabancılar arasında, göçmenleri ikiye bölen söylemleri ile çok da seviliyor. Göçmenleri, mültecileri iyi ve kötü diye sınıflandıran bu partinin alıcıları arasında Almanya’nın sonradan olma Almanları, yani Türkler de yer alıyor.
Avrupa Şampiyonası’nda Stuttgart kentinde toplanan Türk taraftarın “Yabancılar Dışarı” diye tempo tuttuğuna hepimiz tanık olmadık mı?
SAĞ POPÜLİZMİN YÜKSELİŞİ DURDURULAMIYOR
– AfD tam olarak ne vaat ediyor? Bu vaatler mi çekici?
IŞIN ERTÜRK – Şunları aslında: NATO’nun doğuya doğru genişlemesine destek, Almanya’nın sanayisizleşmesine karşı enerji maliyetlerinin azaltılması, beklendiği gibi katı bir mülteci politikası, AB’nin mevcut politikalarının reddedilmesi, korona tedbirlerinin yeniden düzenlenmesi, kapatılan nükleer santrallerin yeniden faaliyete geçirilmesi ve yeni reaktörlerin inşası, akaryakıt ve doğalgaz ile ısıtma yasağının kaldırılması, kalorifer yakıtı, doğalgaz, benzin veya motorine uygulanan CO2 vergisinin iptali ve Almanların en yüksek gelirli yüzde yedilik kesimin yararlandığı dayanışma adı verilen en yüksek vergi oranının kaldırılması, veraset vergisinin daha da azaltılması veya tamamen kaldırılması..
Özet olarak, zenginlere ve “beyaz adama” hizmeti esas alan, fakirden alıp zengine veren sistemi savunan sağ popülistler sosyal yardımları azaltmak ve aynı zamanda iklimin korunmasına ilişkin önlemleri ortadan kaldırmayı da hedefliyor.
Seçmen alkışlıyor. Anlaşıldığına, nihayet birilerinin kendisini dinlediğine inanıyor.
Yükselişi durdurulamayan AfD, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde de zafer kazandı. Önümüzdeki günlerde doğu eyaletlerinde başarı kazanması güçlü bir olasılık.
Kendisine eş olarak en çok hangi siyasi partiyi yakıştırıyor? Tabii ki kendisini en çok eleştiren, yerden yere vuran ülkenin birinci partisi Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU) partisini.
– İyi de nasıl oluyor? Sonuçta, Ukrayna’da mesela CDU “savaş” diyor, AfD ise “barış”.
IŞIN ERTÜRK – Evet, biri silahlanmaya tam destek verirken diğeri Ukrayna’da savaşa devam edilmemesi için çağrı yapıyor. Türklerin de bayıldığı AfD’nin Meclis Grup Başkanları ve Eş Genel Başkanları Alice Weidel ve Toni Chrupalla geçen yıl temmuz ayında ne demişlerdi? “Bu federal hükümetin işi bitti. CDU lideri Friedrich Merz artık güvenlik duvarı rotasını sürdüremez.”
İslamofobi, göçmen düşmanlığı, refah şovenizmi ile puan toplayan, servet sahiplerinin sadık hizmetkârı olmaya yemin etmiş bir AfD var, evet.
Bir de sosyal demokrat ve sol cephede adları Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD), Birlik’90/Yeşiller ve Sol Parti olan siyasi partiler var. Bu partileri artık sosyal demokrasi içinde ve solda görmek imkânsız. Tüm bu soldaki çürüme, çöküş ve kaosun ortasında “sol liberalleri” topa tutan Sahra Wagenknecht ve arkadaşları BSW adı altında (Akıl ve Adalet Partisi) bir süre önce bir parti kurdu. Avrupa Parlamentosu seçimlerinden başarıyla çıktı. Sırada federal seçimler var. Partinin kuruluş hazırlıkları ise halen devam ediyor. BSW, yükselen sağı frenlemek, hayal kırıklığına uğrayan seçmeni AfD’nin elinden kurtarmak istiyor. Savaş karşıtı. Düzenli ve sınırlandırılmış göç ve mülteci politikalarını savunuyor. Silahsızlanmayı ve barışı talep ediyor. Wagenknecht ve ekibi AfD’yi gelecekte bir koalisyon partneri olarak görmeyi reddediyor. Ana akım medya ve siyaset BSW’yi AfD ile ilişkilendirerek partiyi seçmenin gözünden düşürmek için çaba harcamaya devam ediyor. Bu arada Wagenknecht ve arkadaşlarına, yani BSW’ye resmen komplolar düzenleniyor. En son BSW’yle bağlantı kuranların, yaklaşık 70 bin kişinin verileri “hack”lenerek medyaya düştü. Bu yapılan, bir suç aslında. Alman siyaseti Türk siyasetinden öğrendiklerini kopyala-yapıştır yöntemiyle uygulamakta kararlı gibi görünüyor… Çok tuhaf…
İsveç’ten, Avusturya’dan, İrlanda’dan okuyan arkadaşlarımız da “Bizim buraları tarif ediyorsun,” diyeceklerdir. Evet, öyle. Avrupa siyaset sahnesinde tam bir aynılaşma hâkim.
III. Dünya Savaşı’na bile isteye koşan, ABD’nin eteklerine takılan ve efendisine üstün hizmetler sunan Avrupa’da durum şimdilik böyle.
Gecenin en karanlık anının şafak sökmeden az önceki anı olduğunu unutmadan tabii…