Yanlış bir edebiyatın içinde doğru edebiyat yapılabilir mi?

OSMAN ÇUTSAY
Doğrusu hiç hazzetmediğimiz, dünya gericiliğinin sola sokuşturmayı başardığı kirli “tezgâhlardan” biri olan Theodor Wiesengrund Adorno’nun bir aforizmasından girelim yine topa: Yanlış bir hayatın içinde doğru bir hayat olmaz. Yaşayamazsınız.
Peki, yanlış bir edebiyatın içinde doğru bir edebiyat yapabilir misiniz?
Bu soruyu olumlu yanıtlayanlar çoğunlukta. En azından, kurumlaşmış bir kopuş hareketinden söz edemiyoruz. İyi.
“Piyasamıza” bakalım: Sanat-edebiyat pazarının kazananları yok değil; elbette var. Çok satan birkaç roman yazarını örnek alalım. Kurnaz, piyasa kurdu, fakat yazı yazmayı da bilen, bu kirli âlemde işini bir biçimde yürüten insanlar bunlar. “Müsesses nizamı” tehdit etmiyorlar, tersine, eleştirileri olmakla birlikte mevcuda âşıklar. Ağızlarından ne çıkarsa çıksın sosyalizmden çok uzaklar ve hatta ona düşmanlar. Sistem bunları tehlike olarak algılamıyor. Piyasaya sürdükleri şeyler, romanlar yani, biraz da bu nedenle iyi satılıyor. Fakat Zülfü Livaneli ile Ahmet Ümit’i edebiyat diye okuyanların kurtuluşu nerededir, bilemiyoruz. Misal.
O zaman soralım: Türk edebiyatını kim temsil ediyor? Bu iyi satan piyasa celepleri veya çerileri mi?
Daha aktif olmasını beklediğimiz angaje yazarlarımızdan Erkan Yıldız, ki sadece soL Portal’daki yazılarıyla değil soL TV’deki “deşici” mülakatlarıyla da yeni bir dönemin sinyallerini veren kuşağın üyesidir, Orhan Pamuk-Ahmet Altan-Elif Şafak-Ahmet Ümit ve şürekasının damgaladığı dönemin eski ağırlığını yitirdiğini savunuyor. “Kâzip şöhretler”, etki altına aldıklarıyla birlikte kayboluyorlar.
O zaman yeni bir mekâna girme hazırlıkları içindeyiz. Erkan Yıldız haklı: Yarım yüzyılı bulan bir gerici taşkının, bu kirli selin yavaş yavaş çekildiğine tanık oluyoruz. Giden belli, ancak geleni henüz tam bir açıklıkla göremedik. Sadece bazı işaretler var.
“EYLÜLİST” EDEBİYAT: SEL SULARI ÇEKİLİYOR MU?
Liberal gericilik yine bir ilgi topluyor, bazıları hâlâ iyi de satıyor, ama bunlar Türk edebiyatını, yani Cumhuriyet Türkçesiyle yapılan edebiyatı tek başlarına mı temsil ediyorlar?
“Eylülist edebiyat” adım adım çürürken, aramızdaki uçurumun da artık kapatılamayacak kadar büyüdüğünü görüyoruz. Son 40 yılın edebiyat zenginleriyle, aynı edebiyatın “prekaryası” arasındaki uçurum çok derinleşti. Erkan Yıldız’ın “Siliniyorlar adım adım” uyarısında bulunduğu kirli kuşak, aslında bir lüksü temsil ediyordu. Yayıp sattıkları da, iyice gereksizleşen bir lüks ürüne karşılık geliyor.
Ama bu gelir ve ilgi düzeyine hiç ulaşamayacak da olsa ısrarla yazan ve yayımlayan bir “prekarya” var edebiyatımızda. Bu satırların yazarının da dahil olduğu bu kesimin içinde ezici bir çoğunluk, bu oligarşik sınıfı, piyasa zenginlerini taklit etmeyi, en azından onları beğenmeyi iş saymaktadır. Prekarya, “güvencesiz ve gelecekten umutsuz çalışanlar” da diyebileceğimiz bu kaderine boyun eğmiş yoksullar, edebiyatta da var ve çok acıdır ki, yerleşik düzenin lüks kamaralarını ve o kamaraların sahiplerini sırtlarında taşıyorlar.
Yanlış bir edebiyatın içinde kalıp o edebiyatın zenginlerini “yemeden” mevcudu onaylayanlar, “eleştirel bakışları sayesinde” doğru bir edebiyat yapabileceklerini düşünüyorlar.
Yanlış bir edebiyat olur mu? Bunu yanıtlamıyoruz. Çünkü başlı başına pek netameli bir soru ve ileri zamanlara bırakıyoruz.
Ancak mevcut edebiyatı, daha doğrusu edebiyat pazarını yanlış ve “kadük” ilan etmeden, bir yeni sıçrama, bir aşkınlık gerçekleştirmek mümkün olabilir mi? CHP’li bir üst düzey yetkilinin kamuda türbanı, hatta tarikat üyeliğini vs. engelleyen cumhuriyetçi düzenlemeleri kadük ilan etmesi gibi… Türk edebiyatını taşıyan prekarya için de edebiyat oligarşisine, zenginlerine yıkıcı sorular yöneltmek ve başkaldırı hesapları yapmak “kadüktür”. Öyle bakıyorlar.
Kimler mi?
Pek solcuymuş tafraları atan bir demokrat çizgiyi, öyle öyle Türk edebiyatının “yularını” ele geçirmeye başarmış Fethi Naci-Semih Gümüş hattını (elbette başkaları da var) aklımızda tutarak söylemiş olalım: Cumhuriyetçi ve kadın savunucusu bir tutumu, yani açıkça kamusal alandan dinin bir kurum olarak sürülmesini savunan bir anlayışı kadük ilan etmek, fakat bunu da solculuk olarak satmakla, Türk edebiyatının zenginlerini baştacı ilan etmek arasında bir paralellik kurmak zorundayız.
Yanlış/gerici bir edebiyatın içinde doğru/ileri bir edebiyat yapılabilir mi?
Emperyalizmle birlikte bir arada yaşamanın mümkün olduğunu savunanların Yugoslavya’sına bir bakın, yani Balkan coğrafyasına, orada bu sorunun yanıtını ve edebiyatımızın da halini göreceksiniz.
Yanlış bir edebiyatı tanımlamak, onun tuzu kuru taşıyıcılarını damgalamak ve analiz etmek, sonra da aşmak üzere, yani bir kopuşu göze alarak sahnedeki yerinizi tanımlamak zorundasınız.
TÜRK EDEBİYATINDA İÇSAVAŞ VE ZENGİNLERİ
Türk edebiyatının “içsavaş zenginleri” kimler ve bunlar neden makbul, hatta model kabul ediliyorlar? Bu sorudan, mevcuttan kopmuş, onu aşan bir kuşağın “manifestosu” çıkabilir elbette. Fakat kimsenin, en azından şimdilik ve bir eğilim olarak, böyle aşkınlık ve kavga hesabı yok. Eski edebiyatı, oligarşik sanat pazarını “bire kadar” paramparça etmek, kapitalizmi yıkmak gibi bir derdi olanlar, gözle görülmeyecek kadar “nadir”. Hele kendini muhalif sanan/satan, edebiyatın zenginlerine özenen, fakat en fazla “edebiyat prekaryası” kabul edilebilecek topluluklarda böyle bir yönelim hiç yok, denebilir.
Öyle mi? Haksızlık mı ediyoruz?
Toplumsal mücadelede, sosyalizmi hayatının merkezine koymuş her genç kuşak, ehlileştirilinceye kadar mevcut ortamı bir silkeler. Bu derinleştirilmezse eğer, yıkıcı değil, tersine sağlamlaştırıcı bir sarsıntıdır. Güneşli 20’lerinde buna cüret edenlerin 30’larında hidayete erdiğini biliyoruz. Sürüyle ortadalar. Fakat 20’lerindeki o kısa kıvılcımlı anın ne getireceği bir muammadır. İflah olmayan kuşakların, bir başka âlem isteyen uslanmaz devrimcilerin, en azından “çakar çakmaz çakan çakmak” üretimine katkıda bulunması gerekir. Neden mi? Kapitalist toplum ve piyasa edebiyatı (piyasacı edebiyatın teknokratları), yani bu korkunç çöplük yeterince metan gazı üretiyor da ondan.
O gazı patlatacak bir edebi çıkışa, sanat pratiklerini tarihin çöplüğün havale edebilecek bir kıvılcıma ihtiyaç var, evet.
Ama bunun için önce bünyesinde debelendiğimiz bu edebiyatlar ortamını bir çöplük olarak tanımlayabilmemiz, damgalamamız ve çözümlememiz gerek. İşin en zor yanı da burada yatıyor. Çünkü bunları “yıkarken” (yani yakıp yıkarken ve yıkayıp temizlerken) yapmamız gerekiyor.
Birkaç yıl bağırmak ve 20’li yaşlarından sonra sürüye katılmak çok kolay. Zor olan, mevcudu çözümlerken “konusuna âşık olmamak” ve hep ileriyi aramaktır.
Türkiye kapitalizminin sanat pratiklerini reddetmek… Mevcut edebiyatın, son tahlilde, “içindeki iyilerle birlikte” bir çöp dağı olduğunu, içerdiği o tek tük değerli malzemeyi fırçalayarak, temizleyerek ve dönüştürerek bir başka âlem ve onun edebiyatını istemek… Hatta bunu, onun artık edebiyat da olamayacağını bilerek yapmak…
İşin aslı şu: Prekarya falan bir illüzyon, liberal bir makyaj, aslolan proletarya ve bu, var. Onun aydını da var. Prekaryanın olsa olsa teknokratı olur. Aydın ise sosyalizmle mutlaka bağlantılı, nicel değil nitel bir ağırlıktır ve mutlaka piyasa düşmanıdır.
Piyasadan, zenginleri arasına katılamadık diye şikâyet mi edeceğiz, yoksa o zenginleriyle birlikte gömecek miyiz? Daha doğrusu, Türkiye kapitalizminin edebiyat diye insanlarımıza solmuş gibi ve liberal solcular üzerinden sattığı bu çöpleri ve kurduğu çöplüğü makbul mü sayacağız, yoksa “Mezarlarınıza tüküreceğiz!” diyen kuşak radikalizmini mi bekleyeceğiz?
Tekrar, emperyalist demokrasinin “felsefecisi” (tetikçisi de diyebiliriz) Adorno: Yanlış bir hayatın içinde doğru bir hayat yaşanmaz.
Yanlış bir edebiyatın içinde, bir çöplüğün içinde doğru edebiyat yapmak mümkün mü peki? Yanlış edebiyat diye ilan edilen toplamı sineye çekerek, onu model ve gelinen düzey diye kabullenerek, yeni ve geçmişten olumlu anlamıyla kopmuş bir edebiyat kurgulanabilir mi?
Türkiye kapitalizmi ve edebiyatı içinde, şu dinci çöplüğün sınırları çerçevesinde ne yenilenebilir ki?
Sanat-edebiyat adına önümüze sürülen her şeyi teşrih ve teşhir etmek, işte bu nedenle çok zor ve bir ömre yayılması gerekiyor. Bunu hayatına yayanlar ise belki yoksul ama genç ve diri kalabiliyor.
Özetle, çöplüğümüzün zenginleri sorun değil. Sorun, bunları muhaliflik, gençlik, radikallik vs. adına kabullenen ve model alan genç kuşaklar. Bunların mevcut gazı patlatacak kıvılcımları engellediini, bu edebiyat-sanat ortamının zenginlerini “zirve” kabul eden muhaliflik iddiasında bulunabilen “gençler”…
UMUT NEREDE?
Hiç mi umut yok?
İşte burada, yazıyoruz. Bazı dağların çobanıyız. Bir başka dağda B. Sadık Albayrak- Taylan Kara ve arkadaşları var. Başta da andık, soL ve Erkan Yıldız var, Orhan Gökdemir, Nevzat Evrim Önal, Kaya Tokmakçıoğlu, Çağrı Kınıkoğlu var. Liberal kaçaklara fazla destek verseler ve tarihsel haklılıklarına halel getirseler bile, BirGün ve Evrensel var. Oralardaki müdahaleler var. Yetiyor mu?
Türkiye kapitalizmini hedef almayanların, “Yeni, sosyalist bir cumhuriyet mümkündür ve acildir!” demeyenlerin, solculuk adına zaten bu islamofaşist/liberal çöplüğün zengini olması mümkün değil, ama kuşları veya (ille kullanalım şu kavramı yine diyorsak) en fazla “prekaryası” olabilirler. Dikkat etmezsek bizler de “sürüye sayılabiliriz”. Arada kaynayabiliriz, gürültüye gidebiliriz.
Edebiyat politolojisi böyle bir şey. Edebiyat artık siyasettir ve siyaset de edebiyat. Gerçi hep böyleydi, ama bugün çok daha fazla böyle. Bir yanlışın parçası olarak, onu kutsayarak doğruyu kurgulayamayız. Oradayız.
Kıvılcım bekliyoruz. Bu çöp dağını yarım asırdır biriktirdiği gazla birlikte havaya uçuracak aşkın kıvılcımları…
Emperyalizmin “sol” uşağı Adorno’nun devrimci panzehiri Bertolt Brecht’le bitirelim. Bu büyük zekâ, komünizmi “yapması zor olan basit şey” (“das Einfache, das schwer zu machen ist”) diye tanımlıyordu. Bu yazıda anlatmaya çalıştığımız şeyi tanımlıyordu belki de.