Avrupa’yı ne yapacağız?
Başlıktaki soruyu 19. yüzyıldan ödünç aldım. Marx’ın sorusudur. Sorduğu tarihte Avrupa yükselişte ve Osmanlı düşüşteydi. Avrupa’nın, bir ayak bağına dönüşen Avrupa Türkiye’sini ne yapacağına karar vermesi gerekiyordu. Sorunun kaynağı budur.
Kaynakta ise soru başkadır. “Türkiye’yi ne yapacağız?” Karl Marx, “Doğu Sorunu” üzerine yazılarında, soruyu böyle formüle etmişti. O tarihte sorunun güncel bir yanı vardı; Avrupa devletleri, düvel-i muazzama, 19. yüzyıl boyunca Türkiye’yi ne yapacağını tartışmıştı. Sonunda onu bölüşmeye karar verip, imparatorluk topraklarını didiklemeye başladıklarında, sorunun kısa sürede ortadan kalkacağına olan inançları tamdı. Türkiye köksüzdü ve toprakları Avrupalı güçler arasında paylaşılınca silinip gidecekti. Sorunun cevabı bu kadar basittir.
Ama soru, 21. yüzyılın başında hâlâ güncelliğini koruyor. Avrupa, Türkiye’yi ne yapacak? Yeterince terbiye edip “uygar kolları” ile saracak mı, yoksa Asya’nın ve Afrika’nın yoksul halkları arasına mı itecek? Bununla birlikte Türkiye’nin basitçe çözülebilecek bir sorun olmadığı da ortayı çıkmıştır. Halkı, Avrupa’nın umduğundan daha dirençlidir ve aydınları sürprizlidir. Bunların “sorunu” içinden çıkılmaz bir hale getirdiğini görüyoruz.
Hatırlatalım, Batı “Türkiye’yi ne yapacağız” diye düşünürken Türkiye çoktan Batılı olma yoluna girmişti. Osmanlı İmparatorluğu Batılı olma çabası uğruna acılar içinde kıvranarak yok olduktan sonra, yerine kurulan Cumhuriyetin yöneticileri de çarenin Batılı olmada yattığına inanıyordu. Batıya doğru şevkle koştular. Orada Batıyı bulmayı umarken, ABD’ye ve NATO’ya yakalandılar. Halledilmekten kaçarken cellatlarının kucağına oturdular. Kucağa oturanın cumhuriyete ihtiyacı yoktur. Sonra cumhuriyetin de ipini çektiler, Türkiye’yi yeniden hasta ettiler. İslamcıları ölüyü kaldırması için göreve çağırdılar. Gövdesi Batıda aklı Doğuda yeni Türkiye böyle ortaya çıktı. Osmanlı ve Türkiye Batılı olamamıştır. Bugünden bakıyoruz; iki yüzyıllık umarsız bir çaba görüyoruz.
Yalnız kuruluşundan bu yana Doğulu da olamadığını biliyoruz. Peki ne olacak? Avrupa Türkiye’yi ne yapacak?
KELEBEKLER DOĞUYA UÇAR
Marx, “Türkiye’yi ne yapacağız?” diye sorduğunda Avrupa için Türkiye bilinmeyen topraklardı. “Yunan isyanına kadar Türkiye, niyet ve amaç ne olursa olsun, bir terra incognita (bilinmeyen toprak) idi ve halk arasındaki alelade bilgiler, tarihsel gerçeklerden çok, Arap usulü gece eğlentilerine dayanmaktaydı” diye tarif ediyor vaziyeti Marx. Şöyle devam ediyor: “Türkiye’nin ilerleme yoluna engeller koymanın dışında bir rolü yoktur… Gerçek şu ki çarelerine bakılmalıdır.” Demek ki Türkiye’nin silinmesinde Marx açısından da bir sakınca yoktu.
Yine de daha soğukkanlı olduğu yerler var. “İstanbul, Batı ile Doğu arasına kurulmuş altın bir köprüdür” diyor, “Batı uygarlığı, bu köprüden geçmeksizin dünyanın çevresini güneş gibi dolaşamaz; bu köprüyü de Rusya ile mücadele etmeksizin geçemez…” Çok açık, önemli olabildiğinde bile bir önünde Rus barajı var. Hâlâ öyledir.
Fakat o tarihte “devrim kelebeği” doğunun üzerinde uçuşmaktaydı ve Marx da yazısında bu varsayıma dayanarak ilerliyordu. “Sultan” bu köprüyü yaklaşan devrim için emanet tutmaktaydı. Devrim silinmemek içindir. Nitekim kelebekle ilgili kehaneti gerçekleşmiş, cumhuriyet köprüyü sultanın elinden çekip almıştır.
Ama şimdi, o altın köprü, cumhuriyetin de elinden kayıp gitti. Devrim ihtiyacı ise hâlâ var ve kuşkusuz, bu durumda, Marx’ın sorusunu bir parça daha ilerletmemiz gerekir. Devrim Avrupa’yla mı, yoksa Avrupa’ya karşı mı yapılacak? Türkiye hastadır ama bir hastayla 250 yıldır baş edemeyen Avrupa da hastadır. Biliyoruz, hastalar silinir. Devrim ise silinmemek içindir, acil durum ilacıdır, ihtiyaç hep var.
DEVRİMİ KİM YAPACAK?
Madem soruların izinden gidiyoruz, bir soru daha: Burjuvazi tarihi boyunca gerçekten bugün anladığımız anlamda devrimci oldu mu?
Bu sınıfın damgasını vurduğu yeni toplum modeli, Seküler Yeni Düzen (Novus Ordo Seclerum), kuşkusuz burjuva karakterliydi. Bunu, aynı zamanda düzeninin iki karakterli olduğu anlamında kullanıyorum. Yeni düzenle birlikte otorite dünyevileşmiş, ancak dinsel-mistik kabuk olduğu gibi kalmıştı. Bir yanda yerleşik dine karşı radikal bir duruş ama öte yandan burjuva karakterli bir dinsel yeniden kuruluş kol kola ilerlemişti. Bu yeni konum, eski dinlere karşı konumlanmış kilise babalarının tersine, yeni sınıfa, hem evrensel kültürün bütününü sahiplenme şansı veriyor, hem de savunma konumunda olan dinsel otoriteye karşı onu silahlandırıyordu. Bu yüzden eski orijinal dine geri dönüş sloganının hem Rönesans’ta ve hem de Aydınlanmada sıkça duyulması şaşırtıcı olmamalıdır. Burjuva sınıfı bir kurum olarak dine karşı değildi, ona yalnızca sınırları daha esnek bir din gerekiyordu.
Ancak bütün devrimci görünümüne rağmen burjuvazi böyle bir din oluşturmaya teşebbüs edememiştir. Fransız Devriminin hararetli günlerini ihmal ederek söylersek, bu eğilim onda potansiyel bir sapkınlık olarak kaldı. Sapkınlık, Heretizm, her zaman içinden türediği dinin halesindedir. Bu yüzden, Heretik eğilimlerine karşın Aydınlanmacı Batı düşüncesi Hıristiyan karakterini korudu. Braudel’in dediği gibi, Batı Hıristiyanlığı Avrupa düşüncesinin esas oluşturucusuydu. Bir Avrupalı tanrısız olsa da hala kökleri Hıristiyan geleneği içinde olan bir etikanın, psişik tutumların eseriydi. Braudel, bu sürekliliğin Rönesans’la Orta Çağ arasında da var olduğunu, Rönesans’ın Orta Çağ felsefesinin zıddı olmadığını belirtiyor. Tıpkı yeni sınıfın yaptığı gibi Rönesans da Orta Çağdan fikirler alanından çok hayatın kendisi düzleminde uzaklaşmıştı. Düşüncesi değil, eylemi radikaldi. Erken “devrimci demokrasi” belirtisidir.
KAPİTALİZMİN ESKİ DÜZENLE BAĞLARI
Biliyoruz, siyasal radikalizm her zaman ideolojik radikalizmin arkasından gelmez. Siyasal radikalizmin beslendiği kaynak ideoloji değildir. Yeni sınıf, genellikle, siyasal olarak radikaldi ama ideoloji alanında bulanıktı ve eski olandan ayrılması her zaman mümkün olmayan bir haldeydi. Aydınlanmışlar istisnasız kilisenin içinden çıkmıştı ve tartışmasız bir biçimde Hıristiyan’dı. Yenilikleri, dindarlıkları yanında sapkın düşüncelere de açık olmalarından kaynaklanıyordu. Sapkın düşünceler ise elbette Doğu kaynaklıydı ve yeni gelişen Batı düşüncesi henüz Doğuya arkasını dönmeyi hayal edemiyordu.
Doğu ise, büyük ölçüde Mısır demekti ve Batıda bütün burjuva siyasal eğilimlerin Mısır’dan etkilenmiş olması anlaşılabilir bir durumdu. 19. yüzyılın başında, yeni düzen ile eski düzen yeniden karşı karşıya geldiğinde mücadelenin büyük ölçüde Mısır üzerinden yürütülmüş olmasını da böyle anlamalıyız. Simgeler önemlidir; Batıda, Mısır ile Yunanistan üzerinden yürütülen mücadelenin eski ile yeni arasındaki mücadeleyi simgelediğini artık biliyoruz. Bir tarafında bir burjuva süngüsü olan Napolyon vardı. Mısır hayranıydı, bir imparatordu ama ayakları daima Aydınlanma çağının içindeydi. Sonunda kaybedenler kulübüne yazılmasının tarihsel nedenleri var. Diğer tarafta doğu etkisine karşı kilise ve romantizmin ittifakı var. Bunlar Aydınlanma ve Mısır düşmanlığının kaynaklarıdır.
Kavgayı şöyle özetleyebiliyoruz; Batı için Mısır’a vurgu devrimci bir dönemin, Yunanistan’a vurgu ise siyasal gericiliğin işaretidir. Yunanistan vurgusu Türkiye’yi bir sorun veya soru haline getiriyordu. Böylece sorunun arkasındaki nedene ulaşmış oluyoruz. Yunanistan varsa Türkiye’ye gerek yoktur. Uygarlığın kaynağını barbarlardan kurtarmak gerekir!
IRKSIZ VE DİNSİZ AVRUPA MÜMKÜN MÜ?
Yeni Seküler Düzen’in anlamı budur; renklerini ve silahlarını Doğudan edinmekle birlikte, geliştikçe kendi içine dönen ve sonunda kendini bütün borçlarının dışında Hıristiyan ve Hint-Avrupalı olarak tanımlayan bir kültür… Bugün hala din ve ırk düşüncesinin şekillendirdiği bu kültür, böylece, kendi sınırlılıklarını da ortaya koymuş olur.
Burjuva kültürünün sınırlarını bir ırk düşüncesinin çizmesi, sanılanın tersine, kendi tarihiyle uyumludur. Batının Doğuya arkasını dönmesi ve kendi coğrafyasını dünyanın geri kalanının, aynı anlama gelmek üzere Doğunun karşısına koymaya başlamasına genel bir Avrupa ırkçılığı eşlik etti. Her yerelleşme eğilimi ister istemez ırkçılığa kayma eğilimini içinde barındırır. Öte yandan her ırk tanımı aynı zamanda bir tarih tanımıdır ve Avrupa tarihi Aydınlanma Çağından sonra ancak bu ırk tanımı ile anlaşılabilir. Avrupa’nın modern tarihi Aydınlanmadan ırkçılığa geçişinin tarihidir.
Avrupa ideolojisi Hıristiyan ve Ari’dir; öyleyse onu ancak bu değerlerinden yola çıkarak bir kıta olarak tanımlayabiliriz. Eğer bunlar değilse, Avrupa’yı bir bağımsız kıta olarak adlandırmamız olanaksızdır. Burada, düşünülmesi gereken şudur; anakaralar üzerinden yapılan coğrafi ayrımlar her zaman ve her koşulda uygun ifade araçları olmayabilir. Bu açıdan örneğin Amerika coğrafi sınırları itibariyle bir kıta ise bu ölçülere Avrupa’yı sığdırmamız mümkün değildir. Coğrafi açıdan Avrupa, Asya’nın bir uzantısı konumundadır ve sınırlarının tarihsel-kültürel tanımlamalardan kaynaklandığı açıktır.
Bir not daha: Avrupa, Akdeniz’i hep kendi iç denizi olarak gördü. Ancak “Mare Nastrum”, İslam’ın ve çok daha sonra ve daha kesin olarak Türklerin saldırıları ile bir hülya olarak kaldı. Batının, İslam ve giderek Türk fobisinin kökeninde Akdeniz’in bu güçlere kaybedilmiş olmasının rolü büyüktür.
Batının Roma takıntısını da böyle mi anlamalıyız? Akdeniz’i bir Hıristiyan Mare Nostrum’u haline getiren Roma’dır. Ancak, Roma imparatorluğu Osmanlı saldırıları karşısında dayanamamış ve Akdeniz’le birlikte kendi varlığını da Osmanlılara teslim etmiştir. Bununla birlikte Roma İmparatorluğu’nun varlığını sürdürdüğü savı Batıda hep oldu. Örneğin Fransız Devriminin ardından Fransa’nın Nova Roma’yı ihya ettiğine inanılıyordu. Bir takıntıdır. Rusya aynı iddiayı inatla uzun yıllar sürdürmüştü. Avrupa’daki son kutsal Roma-Germen İmparatoru, bu iddiadan vazgeçip Avusturya İmparatoru adını almak için 1806’ya kadar direnmişti. Bu direnci ancak Napolyon’un saldırılarıyla yıkılabildi. Napolyon, Batının Roma imparatorluğu düşünü yıkarken yerine kendi Roma’sını inşa etmeyi düşünüyordu. Yapmaya çalışırken yıktı.
Kuşkusuz, bunları, Hıristiyanlığı ve Helinizmi tamamlayan bir “ırk” anlayışı da var. Marksizmin siyaset sahnesine çıktığı zamanlarda Fransız İhtilalini, eski Avrupa halklarının, yani Gallo-Romenlerin fetihçi aristokrasi Franklara karşı bir intikam hareketi olarak görenlerin çok olduğunu biliyoruz. Tiers Etat, Gallo-Romanlardı ve sınıf savaşı aslında Avrupa ırkının iç bölmeleri arasındaki bir savaştı. Gallo-Romenler ile çağdaş köleler arasındaki mesafe kısaydı ve devrimle aşılmıştı.
Artık Avrupa’nın kodları belli olmuştu; özel mülkiyet, burjuvazi ve işçi sınıfı, eski Yunan dünyası ve modern Hıristiyanlık… Toplamı Avrupa kıtasıdır.
YUNAN İSYANIYLA DOĞDU, UKRAYNA SAVAŞIYLA ÖLDÜ
Şimdi hikâyenin sonuna yaklaşıyoruz. Başında Yunan İsyanı varsa, sonunda Ukrayna’daki vekalet savaşı var. Avrupa kurgusu çözüldü. Büyük İtalyan Rönesansı sıradan bir faşizme teslim oldu. Büyük Fransız Devrimi kendi üzerine çöktü, bir kara deliğe dönüşmek üzere. Aydınlanmanın ışığı Batı’da her yerde söndü. Sanayi Devrimi’nin İngiltere’si Orta Çağ artığı çürümüş bir monarşiden vazgeçemiyor, krallar kraliçeler ortalıkta cirit atıyor. Rus korkusu yeniden nüksetti, Türkiye nevzuhur bir Abdülhamit’in elinde pimi çekilmiş bir bomba. Sıkışmış, sıkıştırılmış İran’a, Türkiye’ye, Suriye’ye bakın göreceksiniz, devrim kelebeği istikbalini Doğu’da arıyor yeniden.
Tabi olanakları kadar sınırlılıkları da var. Doğu kendi duvarlarını yıkmadan, Batı kendi sınırlarını aşamaz; bu belli olmuştur. Doğu’nun duvarlarını yıkması ise baştanbaşa bütün eşitsizlikçi ilişkileri dinamitlemesi ile mümkün olacaktır. Bütün mesele kelebeği yakalamaya hazır olup olmadığımızda.
Soruyu güncelliyoruz öyleyse: Avrupa’yı ne yapacağız?