Emekli Diplomat Engin Solakoğlu: Fransa’da ırkçılık yoluna devam ediyor…
Emekli diplomat Engin Solakoğlu, Fransa’daki seçim sonuçlarını ve Fransa’nın siyasi geleceğini Bir Yeni Cumhuriyet İçin okurları için değerlendirdi.
Fransa’da seçimi kaybetmiş gibi görünen “aşırı sağın” aslında tam bir bozguna uğramadığını belirten Solakoğlu, 2027 yılında yapılacak olan seçimleri ırkçıların (aşırı sağın) kazanma ihtimalinin çok güçlü olduğunun altını çizdi.
- Fransa seçimleri herkes için büyük bir sürpriz oldu. Neredeyse her seçimde aşırı sağı gösterip, başkanlık seçimlerini domine eden liberallerin oyunu bu sefer tutmadı. Jean-Luc Mélenchon’un elde ettiği zafer, yeni bir siyasi açmazla neticelenecek gibi görünüyor. Zira Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, erken genel seçimleri kaybettiğini kabul etmesine rağmen yeni bir hükumet kurmak için Ağustos ortasına kadar bekleyeceğini söyledi. Tüm bu gelişmeleri dikkate aldığınızda sizce Fransa’da Halk Cephesi hükumeti kurulabilecek mi?
Fransa’da seçimlerden çıkan üç sonuç var. Birincisi aşırı sağın parlamentoda çoğunluğu sağlayarak ya da en azından en fazla sandalyeye sahip olarak yönetime ortak olmasının engellenmesi. Neden ortak diyoruz? Zira Fransa’da yarı-başkanlık olarak adlandırılan bir sistem var ve yürütmenin başı halkoyuyla belirlenen bir Cumhurbaşkanı. Başbakanı ve hükümeti o atıyor. Dış politika ve güvenlik konusundaki politikalarda Cumhurbaşkanı yetkiliyken, Hükümet gündelik politikaları yürütüyor. Aşırı sağcı RN sandalye sayısı bakımından geride kaldı ve bu şansı kaybetti. Bunda mutabıkız.
“Fransa seçimlerimden geriye kalan siyasal ve kurumsal bir kaos”
İkinci sonuç ise Yeni Halk Cephesi’nin (NFP) seçimlerden birinci siyasi grup olarak çıkmış olması. Aslında bu ifade de sorunlu zira bu “grup” ne kadar grup çok tartışılır.
Benim çıkardığım üçüncü sonuç ise aslında seçimlerden geriye kalan görüntünün siyasal ve kurumsal bir kaosu andırdığı.
Sorunun yanıtından başlayalım. Halk Cephesi hükümeti kurulabileceğini, kurulsa da çok uzun ömürlü olacağını sanmam. Bunun içsel ve dışsal sebepleri var. Onları aşağıdaki soruya yanıt bağlamından açmaya çalışacağım.
Ancak öncelikle seçim sonuçları konusuna geri dönmek ve kimi yanılsamaları düzeltmek istiyorum. Bir kere bu yanılsamaların temel sebebi Fransız seçim sistemi yani iki turlu dar bölge uygulaması. Aşırı sağcı RN ilk turda yüzde 33,2, kaybettiği söylenen ikinci turda ise küçük müttefikleriyle birlikte yüzde 37 oy aldı. Bu tam 10 milyon seçmene tekabül ediyor. Şimdi bu sonuca bakıp aşırı sağ yenildi demek doğru değil. Yenilmediği gibi, tarihinin en yüksek oyunu aldı. Üstelik 6 Temmuz’daki ikinci tur Fransa’da son 40 yılın en yüksek katılımlı parlamento seçimiydi. Yani dinamikte bir değişme yok. Tehlike büyüyerek sürüyor.
- Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Ukrayna’daki savaşta açık pozisyon alıyor, hatta Rusya ile doğrudan çatışmaya girmeyi dahi tartışıyordu. Yine aynı lider kadro İsrail’in Gazze’deki soykırımını destekledi. Bu gücü elinde bulunduran liberaller bu saydığımız politikaların tam tersini savunan görece solcu bir kabineyi engellemek için her şeyi yapacakmış gibi görünüyor. Fransa’nın siyasi geleceğinde neler öngörüyorsunuz?
Macron son derece yeteneksiz, o yüzden de son derece tehlikeli bir lider. Beş yıllık iktidar döneminde elini neye atsa kuruttu. Temsil ettiği sermaye kesiminin çıkarları için Fransa’nın sosyal devlet özelliğini ortadan kaldırmaya yönelik adımlar attığı gibi şimdi de ülkenin kurumsal yapısını hiçe sayan, bir başka deyişle zayıflatan hamleler yapıyor. Parlamento seçimlerinden sonra istifa eden Hükümetin istifasını reddetti. Bu Cumhuriyet’in teamüllerine tümüyle aykırı olduğu kadar mantık sınırlarını da zorlayan bir eylemdi. Başbakan Attal, ikinci kez istifa ettiğinde bu kez kabul etmek zorunda kaldı ama yeni bir Başbakan adayı belirlemekten kaçındı. Buna da gerekçe olarak Paris Olimpiyatlarını gösterdi. Macron’un icraatını tam anlamıyla tanımlayacak sıfat yok. Belki en uygunu “keyfilik”. Bankacı Başkan Macron arkasından bir skandala da imza attı. Ulusal Meclis Başkanlık seçimlerinde, kendi hareketine mensup aday sağcı adayı seçtirebilmek için Hükümet üyelerine oy kullandırttı. Oysa Fransa modern siyaset bilimine “erkler ayrılığı’ kavramını kazandıran Duverger’nin memleketi. Macron’un hareketi yürütmenin yasamaya doğrudan müdahalesi anlamını taşıyor ve parlamentonun varlık sebebine aykırı.
Şimdi, yürütmenin başında böyle bir Cumhurbaşkanı varken Fransa’nın siyasi geleceği bakımından görünür olan tek şey kaostur. Bu kaosun sonu ise 2027’de yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ülkenin aşırı sağa teslim edilmesidir.
- Yine yakın zamanda Boyun Eğmeyen Fransa’nın (LFI) lideri Jean-Luc Mélenchon, herkesi şaşırtan bir NATO çıkışı yaptı ve Fransa’nın NATO’dan çıkmasını istediğini, çünkü askeri ittifakın “savaş mantığına bağlı kaldığını” söyledi. Bilmeyen okurlar için sormak isterim bu açıklamaları da değerlendirecek olursak sizce Mélenchon nasıl bir lider? Fransa’yı NATO’dan çıkarabilecek radikal adımları atabilir mi?
Mélenchon’un teşhisinin yerinde olduğuna kuşku yok. Bununla birlikte ben hem LFI’nin hem de dahil olduğu NFP’nin programlarını inceledim. Birincisi elbette daha solda bir hareket, ikincisi ise bizim “türlü” diyebileceğimiz “ratatouille” yemeğini andırıyor. İçinde yok yok! NFP gündeme geldiğinde kaleme aldığım bir yazıda, hareketin kısıtlarına uzun uzun değinmiştim. Okuyucularınız bir göz atmak isterlerse şuradan (https://haber.sol.org.tr/yazar/tavugun-anatomik-kisitlari-393793 ) okuyabilirler. Diğer yandan NFP’nin Rusya-Ukrayna savaşı bağlamındaki tutumunun Alman Yeşiller’den çok farklı olduğunu söyleyemeyiz. Mélenchon şimdi ne anlatırsa anlatsın NFP programında NATO’ya dair tek satır yok.
Özetlersek, ben bu konuda “oyun bozanlar” kategorisine dahilim. Daha açık bir deyişle NFP’den de Mélenchon’dan da fazla beklentim yok. Bunun birkaç sebebi var. Mélenchon’dan başlayayım. Yakın dönem Fransa’sı için konuşursak, en iyi hitabete sahip, en kültürlü lider. Buna karşılık Türkiye konusunda zır cahil. Önüne ne konsa sorgulamadan tekrarlıyor bu konuda. Bu Fransa açısından alışılmadık bir durum deyip geçelim. Daha önemlisi partisini bir tarikat piri gibi yönetmesi. Müritleri var, bir de “mürted” ilan ettikleri. İnatçı, hatta huysuz. Kimi zaman retorik şehvetine kapılıp içeriğine özen göstermediği nutuklar atıyor. NFP’nin oluşturulması konusunda attığı en belirleyici adım bir süre sahne arkasına çekilmek oldu. İğneyi Mélenchon’a batırdık. Elimize çuvaldızı alıp biraz da NFP’ye bakalım.
“Fransız Sosyalist Partisi çok uzun yıllardır söylemesi ayıp CHP kadar dahi solcu değil”
NFP’yi oluşturan üç parti daha var. Birincisi Fransız Sosyalist Partisi (PS). PS çok uzun yıllardır -söylemesi ayıp- CHP kadar dahi “solcu” değil. PS’den Cumhurbaşkanı seçilen Hollande kendi döneminde Fransız emekçilerine ihanetin kitabını yazdı. Son seçimlerde ise NFP listesinden yeniden milletvekili seçildi. Bu arada Macron’un onun tarafından siyasete sokulduğunu ve ekonomi bakanlığı yaptığını hatırlatalım.
Yeşiller ya da Fransa’daki ismiyle Çevreciler (Les Ecolos) ise çiçek böcek sevdasıyla, üreten kitlelerden tümüyle kopuklar. Fransa’da “bobo” lakabıyla karikatürize edilen kentli, beyaz yakalı bir kitlenin temsilcisi haline gelmişler. İdeolojiden yoksunlukla malul çevrecilik beklenebileceği üzere Fransa’da bir tür bahçe düzenlemesine indirgenmiş durumda. Çevre adına atılan adımların maliyetinin yoksullaştırılan halka değil sermayeye yüklenmesi konusunda parmaklarını dahi kıpırdatmıyor, açık denize çıkmadan, küçük havuzlarında yüzüyorlar.
“Fransız Komünist Partisi bir anlamda müzede sergilenmesi gereken değerli ama sessiz bir arkeolojik buluntuya dönüşmüş halde”
Bunu yazmak dahi insana acı veriyor ama ittifakın bir diğer üyesi olan Fransız Komünist Partisi ise bir anlamda müzede sergilenmesi gereken değerli ama sessiz bir arkeolojik buluntuya dönüşmüş halde. Avrupa’nın solunu yitirmesine yol açan “Avrokomünizm”in mucitlerinden.
Dolayısıyla bu toplamın halka somut vaatlerde bulunabilmesi, sermaye iktidarını sarsabilmesi ne yakın ne de orta vadede mümkün değil. Fransa’da seçim sonrasında yaşanan gelişmeler ve tartışmalar da bu dört benzemez hareketin uzun soluklu bir birliktelik sürdüremeyeceklerini ortaya koyuyor bana göre.
Moral bozmak hoş bir şey değil elbette ama yalan söylemek daha kötü. Bu hareketlerden Fransa’ya da dünyaya da fayda beklemek nafiledir.
Bugünkü Fransa beşerî coğrafyasına dikkatli bakmak, aşırı sağın beslenme kaynaklarını doğru algılamak şart. Evet, ırkçılık, göçmen hakları, etnik veya cinsel kimlikler önemli ama artık Fransız beyaz yoksulluğu da bir olgu…Sarı Yelekliler eylemleri bunun işaretiydi ama bana sorarsanız Fransa’da hala kendine sol diyen hiçbir hareket buradan verilen mesajları tam anlamıyla algılayabilmiş değil. Sömürüye ve sermayeye tam anlamıyla karşı durmadan o kitleyi sola döndürmek çok güç. Aksine Fransa’daki ve Avrupa genelindeki solun bu eksik yaklaşımı yabancı düşmanlığını, ırkçılığı daha da körüklüyor bence.
- Şimdi, biraz daha genele Avrupa’nın tamamına bakalım. Sosyal medya başta olmak üzere tüm iletişim araçlarından yayılan ve sonu gelmeyecek hissine kapıldığım bir nefret dalgası var. Avrupa’da Nazizm’in yeniden hortladığını söyleyenleri haklı çıkaracak her şeyle karşılaşıyoruz. Yıllardır süren ve sonu gelmeyen emperyalist yıkım ve işgalin faturası göçmenlere ya da mültecilere kesiliyormuş gibi görünüyor. Açıkçası konu Avrupa olduğunda belki içerisinde yaşadığım için midir bilmiyorum İngiltere’nin kıtaya iyi bir örnek oluşturacak siyasal dönüşümleri barındırdığını düşünmüyorum. Yükselen sağı ve bu nefret dalgasını sizce Fransa’daki ‘Halk Cephesi’ durdurabilir mi?
Bir önceki soruya verdiğim yanıt bir ölçüde bu soru için de fikir verebilir. Fransa’ya ve Avrupa’ya emek sermaye çelişkisini, sömürü gerçeğini yeniden meselenin, hayatın göbeğine oturtabilecek parti ve hareketler gerekli. Bana sorarsanız Yeni Halk Cephesi bu tanıma uymuyor.
Öte yandan sermaye kesimi bunun gerçekleşmemesi için her türlü aracı kullanıyor. Medya büyük bir güç ve ellerinde. Fransa’da aşırı sağın bu ölçüde yükselmesinin ardında adı sanı belli sermaye grupları ve onların televizyon kanalları var. Sabahtan akşama kadar nefret ve cehalet yayıyorlar.
- Türkiye, Avrupa’nın bir parçası ve bu nefret dalgasından elbette nasibini alıyor. Fransa’dan çıktık ve yeniden Türkiye’ye geldik. Ekonomik krizler, sonu gelmeyen savaşlar ve bu savaşların doğal olarak yaratacağı göç dalgaları; hepsini alt alta sıraladığımızda karşımıza büyük bir kriz tablosu çıkıyor. Sizce gelecekte Avrupa’da ve bunun bir yansıması olarak Türkiye’de Nazi benzeri ırkçı partileri iktidarda görecek miyiz?
Her ne kadar, birçok çevre bakımından “biz bize benzeriz” deyip işin içinden sıyrılmak pratik geliyorsa da Türkiye’nin Avrupa’da yaşananlardan etkilenmemesi olanaksız. Biz ülkemizde çeyrek yüzyıla yakın bir süredir “dinci faşizm” diyebileceğimiz bir deneyim yaşıyoruz. Bu deneyimin olumlu sonuçlarından biri tam aksi yöndeki sistematik çabaya rağmen toplumun “din” ve “ahlâk” arasında büyük bir fark bulunduğunu, “dindarlık” ile “dinciliğin” eşdeğer olmadığını algılaması oldu bence. “Alnı secdeye değen adam dürüst olur” ön kabulünü ya da kurgusunu yıktığı için AKP’ye teşekkür edebiliriz aslında.
AKP sayesinde semiren sermaye de bunun farkında ve sömürü düzenini sürdürebilmek için farklı alternatifler hazırlıyor. Moda deyişle seküler milliyetçilik, daha dürüstçe söylersek, dinsel yönü baskın olmayan faşizm bu alternatiflerden biri. Göçmen meselesi de bu konuda kullanıma çok uygun bir malzeme teşkil ediyor.
Yine de Türkiye’de siyasetle uğraşan bir birey, bir Komünist olarak, soruda tanımlanan Nazi benzeri ırkçı bir partinin iktidarını ülkeme yakıştıramıyorum. Zaten işimiz de AKP’den kurtulduktan sonra onu bile arayacak bir duruma düşmemek olmalı. Ayrıca biz Türkiye’de hangi ırkın ırkçılığını yapacağız sorusu var? 2000 yıldır yollarda olan bir halk, yine binlerce yıldır aynı topraklarda yaşayan halklarla karışmış. Birinci kesim daha yoldayken dönüşmüş, ikinci kesim yaşadığı yerde yeni gelenlerle hemhal olmuş.
“Bu olasılıktan daha kötüsü var. O da ülkedeki CHP gibi büyük kitle partilerinin bu tür faşist refleksleri kısmen de olsa benimseyip normalleştirmeleri”
Esasen bu olasılıktan daha kötüsü var. O da ülkedeki CHP gibi büyük kitle partilerinin bu tür faşist refleksleri kısmen de olsa benimseyip normalleştirmeleri. Bolu’daki, Afyon’daki yerel yöneticilere bakmak, tehlikenin büyüklüğünü kavramak için yeterli.
Komünistler olarak halka şunu anlatmaya çalışıyoruz: Sömürünün rengi, dili, dini olmaz. Suriyeli patron ile Alman, Fransız veya Britanyalı patronun farkı yoktur. Yoksulluğumuzun sebebi ülkemize şu veya bu sebeple gelmiş yoksul halklar değil, etnik aidiyetlerinden bağımsız olarak zenginlerdir.
Elbette kolay olmuyor, olmayacak da. Ancak doğal ömrümüz yettiği sürece uğraşacak, sonra da bayrağı bir sonraki kuşağa devredeceğiz. Bu ülke de bu dünya da ilanihaye sermayeye terk edilemeyecek kadar güzel ve değerli.