Dorian Gray “vekillerimiz” ve romansızlık
Bugün artık “sahnenin içindekiler” listesinde yer alıyorlar. Uzun bir zaman önce ve çok gençken “sahnenin dışındaydılar”. Romanları yazılacak mı? Yazılabilir mi? Kendilerine veya takipçilerine sorulsa, elbette yazılacak. Çünkü romanesk tipler. Öyle düşünüyorlar, ancak pek öyle değil. Yani romanesk oldukları epey bir tartışmalı.
Güneşli yirmilerinde kısmen de olsa tanıyabildiğim üç eski solcudan söz ediyorum. Daha henüz çok gençken eskiyen solculardan bunlar. Romanlarının yazılamayacağını ileri süreceğim, ama sahneye çıkacak yeni mucize yazarların bu iddiayı bir anda çöpe atabileceğini de bildiğim üç -maalesef- gerici “milletvekili”. Türkiye’yi sol adına geriye ve çöpe iten biyografilerle karşı karşıyayız.
Kimler mi?
Sırrı Süreyya Önder (Yeşil Sol Parti/DEM), Rıfat Nalbantoğlu (Cumhuriyet Halk Partisi/CHP) ve Erkan Baş (Türkiye İşçi Partisi/TİP). Çok istiyorlardı, belki de sorunların çözüm yeri sanıyorlardı. Çoktan tasfiye edilmiş, adeta sıfırlanmış bir parlamentoda cirit atmayı önemli bir iş sayıyorlardı. İstedikleri oldu. İyi.
Biz, romanla başlayabiliriz.
Roman, sürekli gömlek değiştirerek artık farklı biçimler de alsa, burjuvaziyle tarih sahnesine çıkmış bir tür. Bireyi esas alıyor, dolaylı ve doğrudan. İnsanın bireyleşmesinden söz ediyoruz. Dinin ve tanrının hükümranlığından kurtulmasından… Hümanizmle “tanrı”, insanın aklından, tarihten ve fikir dünyasından bir biçimde sürülmüştü. Tahtına da insanı oturtmuştuk. Yani hümanizm “insanseverliği” falan değil, bu kovulma eylemini (yüzyıllar süren ve hâlâ bitmeyen bir mücadeleyi) imliyor.
Tanrı, bir kader belirleyicisi olarak tarihten dışlanmış ve bir nedensellik olarak fikir dünyasından da itilmiştir madem, o zaman bireyi esas alan bir türün iki asır sonraki biçimleriyle bile ve hâlâ insanın anlatılmasına aracılık etmesi normaldir. Romanın burjuvaziyle birlikte tarih sahnesine çıktığı gibi genel geçer bilgilerin yinelenmesi değil bu yazının amacı. Bu yazı, bize, sola taşınmış geriliğe/gericiliğe bakıyor ve soruyor: Niye edebiyatta anlatılamıyor bu insanlarımız? Anlatılabiliyor mu Türkiye insanı, Türkiye’nin ezilenleri, kavgacıları, pazarlamacıları, hainleri ve kahramanları?
Piyasa ve o piyasanın yarattığı edebiyat, bu insanları layıkıyla anlatabilir mi? En çok öne çıkan tipleri bile anlatabilecek gücü var mı 21’inci yüzyıl Türk edebiyatının? Patriarkların öyküsünü layıkıyla anlatabilmiş mi ki Türk edebiyatı, paryaların öyküsünü anlatabilsin? Gençlik ve öfkesi var, ama bunların sanata ışığı veya gölgesi düşmüş değil. Geçmişinde de olağanüstü bir zenginlik bulunmuyor zaten. İstisnaları abartmayalım. Peki…
Sırrı Süreyya Önder, Rıfat Nalbantoğlu ve Erkan Baş dedik.
SOLCULUK PAZARLAMAK VE “NORMOPATHIE”
Yoksul ve ışıl ışıl Sırrı’yı, daha belki de 19’undayken Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin (SBF) koridorlarında tanımıştım. 1980 olmalı. Mümkündür. Yalnız, yoksul ve fakat hayat dolu devrimci bir çocuktu. Ancak 1979’da Rıfat daha önemliydi. Yalnız değildi. Rıfat, SBF’deki İGD’lilerin başını çekiyordu. İki isim de çok gençken 12 Eylül’ün ve sermaye devletinin işkencelerinden geçtiler. Bana hep bir tür “Ahmet Kaçmaz profili” veren Erkan Baş, sonraki kuşaktandır, baktığımızda Sırrı ve Rıfat’ın korumasında yetişti. Onlar gibi içinden çıktığı hareketi inkâr etti, fakat “yetiştiği yere” galiba diğer ikisinden daha zararlı olmayı başardı. Pek istediği şeyi becerdi. Vekil oldu. Üçü de hâlâ vekil.
Üçü de pazarlamacıdır ve bunu solculuk saydırabildiler. Sorumuz ve sorunumuz, bunların neden gerici oldukları değil. Umur gördükleri bu sistemin kendilerini anlatabilecek bir edebiyata artık sahip olmamasını konuşuyoruz. Bir büyük sığlığın, kirli bir bayağılığın kahramanları: Romanesk yanları varsa, buradandır, ama anlatılamıyorlar. Neden?
Belki “normopathie”nin egemenliğinden. Toplumun çoğunluğunun onayladığı, hatta temsil ettiği bir şeyin, bir eğilimin yanlışlığına inanmak çok zordur. Böylece herkes kendini toplumca kabul gören bu egemen hastalıklı eğilime inandırır, böyle bir telkinle vicdanını rahatlatır ve uyum sağlaması için manipüle edilmiş olur. Böylece toplumun çoğunluğu tarafından kabullenilmeyi üstlenir ve normlara uyum sağlar. Çok yaygın bir bozukluğu, hastalığı ve çarpıklığı olağan kabul eder, ona hizmetle kendini gönendirir. Normopathie, her toplumun sorunudur. Liberallik, tersi sloganlarla normopathinin yerleşmesi için çalışıyor. Türkiye aydını bu itiraz enerjisini kaybedeli neredeyse yarım asır oluyor. 70’lerden itibaren yayılmaya başlayan bir zaaf, bir mikroptu bu: Kapitalizmi normal gördü ve ona uyum sağladı, teknokratlaştı. Aydını parmakla sayar olduk. “Vekiller” birer teknokrat satıcı olarak sahnede kaldı.
EDEBİYATA SIĞMAYAN BİR ÇÜRÜME Mİ?
Devam edelim: Normopathie esiri, fakat kendilerini solcu sanan/sayan/satan bu vekillerin siyasi biyografileri başka bir tartışma konusudur. Bizim için burada önemli olan, bu “tipleri” derinlemesine anlatacak bir edebiyatın her yıl sürekli basılan binlerce kitaba rağmen, mevcut olmamasıdır.
Daha önce de başka yerlerde yazdık: Yaşadığımız bu korkunç çöküşü, insanın bitirilişini, tariflere sığmayan çürümemizi anlatabilecek, derinleştirebilecek, biraz umut da içeren bir yazı dünyamız yok uzun yıllardır. Onun için 50 yıl önce yazılmış “Mendilimde Kan Sesleri”ne ve Edip Cansever’e sığınıyorlar. Bugünü anlatabilecek ve tüm yerleşikliği de sarsabilecek bir edebiyatımız yok çünkü.
Bu, her zaman böyle değildi. Örnek mi? İşte: Adalet Ağaoğlu, galiba kendisini daha sonra yaratıcı yazıdan tamamen düşüren iki başarılı romanıyla, genç insanları ve hatta bilim insanlarını, yenilgiyi anlatmaya çalışmıştı Ölmeye Yatmak ve Bir Düğün Gecesi’nde. İyi bakılırsa orada Mümtaz Soysal ve hatta Yalçın Küçük vardır. Mesela Bir Düğün Gecesi’nde… 12 Eylül, faşist zorbalığıyla değil, asıl onun bir yankısı veya tamamlayıcısı olan liberal ve/veya demokratik tuzaklarıyla Adalet Ağaoğluları öldürdü. Adalet Hanım gerçekten çok kötü ve gerici öldü. Oysa bir dönem yakın çalıştığı Behice Hanım’a bakabilirdi, onun bile ne kadar gerici bir kimlikle (TBKP, “Tövbekâr Parti”) Türk liberalliğinin ellerinde ölümü seçtiğini görebilirdi. Körleşme ve sağırlaşma artık iyice yaygınlaşmış olmalı ki, görmedi. Kimse göremedi zaten… Belki Aziz Nesin-Yalçın Küçük çıkışlarını, bu çıkışların izdüşümlerini bir kenarda bu büyük suça katılmayanlar arasında tutabiliriz.
Demek ki, 40-45 yıl önce denenmişlerin şimdikiler tarafından yinelenmesi mümkün değil. Sorumuz eksik kalmasın: Türkçede yeniden toplumsal mücadeleye olumlu veya olumsuz gölgesi/ışığı düşen insanlar işlenebilecek mi? Aydınlar, aydınlaşmış işçiler, işçileşen aydınlar ve tutkuları, yanılgıları, tuzakları, büyük ruhsal dalgalanmaları, hatta pazarlamacılıkları anlatılabilecek mi?
Bu piyasadan böyle vekiller çıkar da, onları anlayıp anlatabilecek, hepimizi insanlığın yeni bir düzeyine çekebilecek insanlar çıkar mı? Bu piyasada o insanları derinleştiren ve soyutlayabilen romancılar veya öykücüler yetişir mi? Teknolojinin bugün geldiği aşamaya rağmen, bunun yapılıp yapılamayacağından emin değiliz.
KAPİTALİZME UYUM
Elbette bir şeyler yazılacak, bunlara “kitsch” diyebileceğimizi daha önceki bazı yazılarımızda değinmiştik, ancak bugün çok önemli iki sorun var: Birincisi, toplumsal mücadele ve sınıfların kapışmasında öne çıkan aktörlerin yüzleri, yürek ve beyinleri bir derinlik şansı taşımıyor. İkincisi, bu yüzleri, yürek ve beyinleri harmanlayıp yeniden kurgulayacak derinlikte ve hırsta, mevcut düzene nefret duyan bir edebiyat kuşağı da yok ortada. Nâzım ve hatta sosyalist dönemindeki İsmet Özel gibi, kaideyi bozacak istisnalar da yok. Bir “kitsch” denizinde debeleniyoruz. Liberal gericilik, daha doğru ve Mahir Konuk’un son dönemde yayımladığı kitaplarında (“Çıkış Hattı” ve “Neo-Liberalizm, Roman ve Aşk”) üzerinde çalıştığı bir ifadeyle, “liberal faşizm” solun, dolayısıyla toplumun ve sanat pratiklerinin üzerinden buldozer gibi geçti ve buna etkili bir itiraz üretebilmiş değiliz henüz. İtirazlar (“dağlardaki çoban ateşleri”) elbette var, ama bunlar toplumu sarsacak kadar kalabalık ve yoğun değiller. Etki sorunumuz ortada.
Demek ki, “karıncabakışı” ile “kuşbakışı” arasındaki gelgitlere işaretle söylemek gerekiyor: Liberal bayağılık öylesine bir kuşbakışı geliştirdi ve sola soktu ki, “aşağıda”, halkın içinde ve yeryüzünde neler olup bittiğini kimse bilemiyor. Karıncaların dünyası, halkın dünyası iyice yabancılaştı. Bugün asıl ihtiyacımız ise karınca bakışına… Emekçi kitlelerin, halkın ipine sarılmak isteyen aydınların, bunlara savaş açmış gerici teknokratların neler yaptığını, savaşın ne aşamada olduğunu, liberal dozların halkı ve aydını nasıl şoka uğrattığını, felç ettiğini öyle kilometrelerce yukarıdan “kartal bakışlarla” anlayamayız. Karıncabakışı, yeryüzünün lanetlilerine yaklaşmanın en önemli yordamı. Kuşbakışı ile etkileşim içinde elbette, eşitler arasında birinci sıraya geçmiş bulunuyor. Tarih önem sıralarını çok sık değiştirir.
Açıkça yazılsın: Kuşbakışı ile günümüz gericiliğinde, şu büyük karanlığımızda edebiyat yapılamıyor. Liberal, çeşitli kisveleriyle (İslamcı, milliyetçi, çevreci, kültürcü, cinsiyet militanı vs.) karınca düşmanı kuşların en gericisidir ve işte sonuçlarını yaşıyoruz. Bu sonuçları konu edip toplumu yeni bir noktaya çekecek edebiyatçıları da gagalayıp bitirdiklerini söyleyebiliriz liberallerin. Ekleyelim: Liberallerin sermaye dışında bir özgürlük arayışı yoktur.
KORKUNÇ BİR GERİCİLİK, ÇÜNKÜ…
Başa dönelim. Şu eski solcu üç milletvekiline. Bu üç politikacı, 20 yaşındayken gerçekten samimi, bedel ödemekten kaçmayan çocuklardı, yaşlılıkları korkunç bir gericiliğe karşılık geliyor. Yaşadığımız karanlığın yaratılmasında, dışarıdan destekleri var. Bu desteklerini solculuk olarak satmayı başardılar. Korkunç bir gericilik dedik, korkunç, çünkü klasik sağcılar, şeriatçılar, faşistler, merkez sağcılar vs. gibi değil etkileri. Sığlıkları ve kurnazlıklarıyla, kısa vadeli kurtuluş reçeteleriyle önce solun tasfiyesine, yani eşitlikçi ve özgürleştirici, piyasa düşmanı ve kamucu bir toplum arayışına, onun için mücadele etme kararlılığına darbe indirdiler. Sırrı, Rıfat ve Erkan, sosyalizmin olanaksızlığı propagandasıyla, kendileri ne derse desin, karanlığımızın sol duvarcılarıdır. Böyle binlerce var. Doğru. 20’lerindeki sol fedakârlıkları etkisiz kalınca, sağın kuyruğunda, tabii onlara “çemkirmeyi” ihmal etmeden, toplumsal karanlığımızı yeniden ve yeniden ürettiler. Bilerek veya bilmeyerek onlara hizmet ettiler. Hâlâ da ediyorlar.
Bu büyük infilakı, bu paramparça insan manzaralarını kim anlatacak? Bu yazının sorusu da buydu. Kim bu yıkımımızı ve yıkımın gizli militanlarını açığa çıkarabilecek? Onlardaki dönüşümü, insani yıkımları ve çevrelerine verdikleri zararı, hiç farkına varamayacakları o tarihsel ihanetlerini kim anlatacak, çözümleyecek ve topluma bir özgürleşme hırsı ekecek?
Sırrı Süreyya Önder, Rıfat Nalbantoğlu ve Erkan Baş. Bunlardan burada çok var, doğru. Yüzleri ve yürekleri, beyinleri silindiği için, yeni kuşak yazıcılar da bu silinmişliğe tutkuyla bağlı oldukları için büyük bir susku denizinde çırpınıyoruz aslında. Açıkça: Bu vekilleri yaratan ortamın ve sahneye çıkan yazıcıların, sözünü ettiğimiz insani kırılmışlığı anlatacak bir gücü veya yeteneği yok. Birer Dorian Gray bu sahnedekiler. Yıllar önce Ataol Behramoğlu ile İsmet Özel’i birer Dorian Gray olarak anlatmaya çalışmıştım. Dorian Gray’lerimizin sayısını bilemiyoruz artık. Neyse…
Edebiyat böyle bir şey. Gerçeklikten bir şeyler alınır ve bir kurgusal fantezi olarak altüst edilip yeniden insanın önüne konur. Gerçeklik bir kaynaktır, her zaman asli kaynaktır ve o nedenle de her kurgusal yapıt, roman diyelim, son tahlilde gerçektir. Gerçekliğin bir parçasıdır.
Biz bu gerçeği okuyamıyoruz işte. Büyük kuraklığımız burada. Sert, acımasız, daha açığı jakoben bir entelektüel müdahale olmazsa bu kuraklık böyle kalır. Hep birlikte kururuz. Demek ki, bize, içimizden çıkan pazarlamacıları bile anlatabilmek için jakoben bir şok gerekiyor.