January 14, 2025

Tekin Yayın Dağıtım San.Tic.Ltd.Şti

Mimar Sinan Mah. Atlas Çıkmazı Sk. No:7 Üsküdar/İstanbul

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Elif Akkaya

Telefon

0216 323 20 20

E-mail

info@tekinyayinevi.com.tr

Website

Tekin Yayınevi

Teknik Sorumlu

Tetris Teknoloji

Kanun hükmünde Tayyip!

Kanun hükmünde Tayyip!

AHMET ÇINAR

Kimseden çıt çıkmıyor.

Ana “muhalefetinden” tutun da parlamento dışı muhalefete kadar, “anlı şanlı” sivil toplum örgütlerinden meslek kuruluşlarına kadar… Herkeste kahrolası bir kanıksamışlık, alçakça bir rehavet, sorumsuz bir umursamazlık.

Kanun hükmündeki kararnamelerden, kanun hükmünde kararnamelerde değişiklik yapılmasına dair kanunlardan, cumhurbaşkanı kararlarından söz ediyorum. A’dan Z’ye herkes, Resmi Gazete’de yayımlananları normal/meşru/yasal sayıyor!

Bu yeni bir durum değil üstelik…

2011’de sekiz kararnameyle elliden fazla yasada düzenleme yapılmıştı. O zaman “Kanun hükmünde AKP” başlıklı bir yazı yayımlamıştım.

O gün bugündür böyle işliyor düzen: TBMM’ye sormadan, konular üzerinde tartışmadan, tek bir madde hakkında bile enine boyuna konuşulmadan, uzun uzun düşünmeden, akıl yürütmeden, kafa yormadan. Her bir kararname birkaç imzayla ve saniyeler içinde “kanun” oluverdi!

Parlamentoyu bypass ederek, yok sayarak, ciddiye almayarak, meşruiyetine gölge düşürerek.

1980’lerde Özal’a kızılırdı, Milli Güvenlik Kurulu’nun tavsiye kararlarıyla memleketi yönetiyor diye. Tamam, Özal da sermaye sınıfıyla el ele, kol kola ülke yönetti; tamam, Özal da para babalarının sesi ve nefesi oldu. Peki şimdi… Ya şimdi?

Şimdiyse Tayyip Erdoğan imzalı kararnameler birer padişah fermanıdır artık. Avurtlarını şişire şişire, balkonundan yarı beline kadar sarkarak, “Egemenliiiiik kayıtsız şartsız milletindirrrrrr” nutku atan Recep Sultan Tayyip’in fermanı!

Adı konulmamış, ilan edilmemiş, fiili, de facto bir “Tekellere ve tarikalara dayalı islamofaşist sıcak para dikatörlüğü” ihdas ettiler, kuralsız, kanunsuz, ölçüsüz; şimdi de müktesabatını hazırlıyorlar. Anayasasını kotarıyorlar. Yasal düzenlemelerini hayata geçiriyorlar.

Yoldaki dikenleri, çalılıkları, engebeleri, setleri düzlüyorlar. Yangından mal kaçırıyorlar. Memleketi, kendileri için dikensiz gül bahçesi haline getirmeye çalışıyorlar. Pervasızca, sorumsuzca, umursamazca.

Üstüne üstlük bir de övünüyorlar: Bir yıllık işi üç beş ayda hallettik diyorlar. Küstahça!

Bu yeni yasama yöntemi, sermaye sınıfının AKP eliyle hayata geçirdiği ucube düzenin yasama yöntemidir.

Parlamento yoktur! Bu kadar hızlı yasa çıkabiliyorsa, tartışılıp konuşulmadan kanunlar değiştirilebiliyorsa, ince elenip sık dokunmadan yönetmelikler ters yüz edilebiliyorsa ve daha da vahimi, tüm bu olup bitene kimselerin çıtı çıkmıyorsa… Despotizmdir bu!

Louis Althusser, “Montesquie, Siyaset ve Tarih” adlı eserinde despotizmle ilgili şu değerlendirmede bulunur:

“Despotizmin mekânı, boşluktan başka bir şey değildir. Bir imparatorluk yönettiğini sanan despot, aslında bir çölde hüküm sürmektedir. Despotizmin zamanı ise, sürenin tam tersidir, andır. Despotizm süregiden hiçbir kurum, hiçbir zümre, hiçbir aile tanımamakla kalmaz, despotizmin edimleri an içinde ortaya çıkarlar. Halkın tümü de despotun tıpatıp aynısıdır. Despot, hemen o an karar verir. Düşünmeden, nedenleri kıyaslamadan, kanıtları tartmadan, düzensiz ve dengesiz biçimde karar verir. Düşünmek için zaman gerektiği gibi, bir de gelecek konusunda düşünceye sahip olmak gerekir. Oysa despot, karnını doyurmak için kâr eden tüccar kadar düşünür geleceği.”

1960’lardaki sosyalistlerin söyleyip yazdıkları, acımasız bir biçimde doğrulanmıştır. Parlamentarizmin, gericiliğin kütlesel olarak kendini yeniden üretmesine yarayan silahlardan biri olduğu görüşü, İslamik / Osmanik bir diktatörlük şeklinde somutlanarak, doğrulanmıştır. (1960’larda sol, parlamentarizme eleştirel yaklaşırken, parlamenter rejim bu topraklarda en çok gerçekleştiği dönemi yaşıyordu.)

Büyük Montesquie, “Romalıların Yükselişi ve Düşüşü” adlı yapıtında Tiberius dönemiyle ilgili olarak şunları yazar:

“Roma milletine karşı kötü bir plan tertip edenler hakkında uygulanmak üzere bir saltanat kanunu vardı. Tiberius bu kanunu fırsat bilerek, plânlanan hareket ve duruşa karşı değil, güvensizliğe veya kin ve çekememezliğine hizmet edecek her türlü durum için onu uygulamaya koyuldu. Bu kanun yalnız fiil ve davranışlar için değil, rasgele söz, işaret ve hatta düşünceler için bile uygulama alanı oluşturuyordu. Çünkü iki dost arasında yapılan konuşmada söylenen gizli şeyler, ancak birer fikir ve kurgu olarak değerlendirilebilir. Artık bundan sonra ziyafetlerde rahatlık, yakınlara güven, esirlerde sadakat kayboldu. Hükümdarın yapmacık tavırlarla dolu eğilimi her tarafa sirayet ettiğinden artık dostluk çekinilecek bir tehlike, yiğitlik bir ihtiyatsızlık, fazilet ise geçmiş zamanlardaki saadet hali ve halka eskiyi hatırlatmak için takınılan bir tavır gibi algılandı.”

Sizce günümüz anlatılmıyor mu?

Jean-Jacques Rousseau ise “Toplum Sözleşmesi” adlı yapıtında devletin dağılmasından söz eder:

“Hükümdar devleti yasalara göre idare etmediği ve egemen gücü gasp ettiği zaman. İşte o zaman dikkate değer bir değişiklik olur; çünkü yönetim değil ama devlet daralır. Büyük devletin dağıldığını ve onun içinde, yalnızca yönetimin üyelerinden bileşmiş ve halkın gözünde onun efendisi ve zorba yöneticisinden başka bir şey olmayan bir ikinci devletin oluştuğunu söylemek istiyorum. Öyle ki, yönetim egemenliği gasp ettiği anda, toplumsal anlaşma bozulur ve hukuken doğal özgürlüklerine geri dönmüş olan bütün sıradan yurttaşlar, itaat etmek mecburiyeti taşımaksızın buna zorlanırlar.”

“Farklı şeylere isimler vermek için, krallık yetkesini gasp edene zorba; egemen erki gasp edene de dediğim dedikçi diyorum. Zorba, yasalar uyarınca yönetmenin yasalarına karşı müdahalede bulunan kişidir; dediğim dedikçi ise kendini bizatihi yasaların üstüne çıkaran kişidir. Böylece zorba dediğim dedikçi olmayabilir, ama dediğim dedikçi her zaman zorbadır.”

Rousseau ayrıca şunları da yazar:

“Bir çoğunluğa boyun eğdirmek ile bir toplumu yönetmek arasında her zaman büyük bir fark vardır. Varsayalım ki dağılmış haldeki insanlar birbiri ardınca tek bir kişinin kulları oldular. Sayıları ne olursa olsun, benim burada gördüğüm şey yalnızca efendi ile kullarıdır. Bu tabloda hiçbir şekilde halkı ve onun şefini görmüyorum. Bu, eğer dilerseniz, bir toplaşmadır ama bir ortaklık değildir. Ortada ne kamu yararı ne de siyasi gövde vardır. O kişi, dünyanın yarısını kullaştırmış bile olsa, her zaman için tek bir kişiden başka bir şey değildir. Ötekilerin çıkarlarından ayrılmış olan çıkarı, her zaman için özel bir çıkardır.”

O halde rahatlıkla şu formülü bir postülat olarak vurgulayabiliriz: Emperyalizm=Despotizm=Kamusuzuluk=Siyasetsizlik=Halksızlık=Sürüleşme=AKP

Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin en despotik dönemini yaşamaktadır.

Türkiye gericiliği ta en başından beri Danıştay’ı sevmemiştir. Çünkü Danıştay, yürütme organlarını denetleyen bir inceleme, danışma ve karar organıdır. Ana gövdesini küçük ve büyük sermaye sınıfının oluşturduğu Türkiye gericiliği ise, Danıştay’ı ve benzer kurumları hep bir engel olarak görmüştür. Ta ki AKP işbaşına gelinceye kadar. AKP, yarım asırlık Türkiye gericiliğinin yapamadığını yapmış, sorunu kökünden çözmüş, Danıştay’ı ele geçirmiştir.

Artık yürütme erkinin önünden hiçbir engel kalmamıştır.

Kanun hükmünde kararnameler sayesine yasama erki de devre dışı bırakılmıştır.

Recep Sultan Tayyip işbaşındadır ve bir zorbalık yöntemi olarak “kanun hükmünde kararnameler” benimsenmiştir.

AKP ve plütokrasi (para babalarının yönetimi), siyasal alanı, kamuyu ve anayasayı tamamen ortadan kaldırmak ve dört başı mamur bir diktatorya kurmak istemektedir.

Çok somut bir örnek: Hatırlayacaksınız, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı adında bir bakanlık kurulmuştu. TBMM tarafından değil. Bakanlar Kurulu’nun onayıyla. Yani kanun hükmünde kararnameyle. Eski TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar da bu bakanlığın başına getirilmişti. Bakanlığın nasıl çalışacağını şöyle anlatıyordu: “Eğer bir yatırımcı, Türkiye’nin herhangi bir yerinde bir yatırım yapmak isterse, belediye onun üç ay içinde imarını, ruhsatını vermezse, bakanlık olarak biz vereceğiz.” (Hürriyet, 11 Eylül 2011)

Bir yandan bunlar olurken, diğer yandan da Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulları parçalanarak, atomize edilerek işlevsiz hâle getirildi.

O ne âlâ memleket değil mi?

Biz istediğimiz kadar “kamucu belediye” nutku atalım; AKP, yatırımcılara, para babalarına, emlak krallarına, arsa spekülatörlerine resmen ve alenen “yağma güvencesi” sağlıyor yıllardır.

Hem de bunu TBMM’yi yok sayarak, kanun hükmünde kararnamelerle, kanun hükmünde kararnamelerde değişiklik yapılmasına dair kanunlarla, cumhurbaşkanı kararlarıyla yapıyor.

Tek bir yol var, tek bir yol.

İnatla, inançla, kararlılıkla… “Ferman patronlarınsa, bu memleket bizim”demektir, diyebilmektir. Seçim/sandık/oylama adlı oyalamacaya, kandırmacaya gönül indirmeden, oralarda takılıp kalmadan; “Bizleri kurtaracak olan / Kendi kollarımızdır” inancı, disiplini, perspektifi, kararlılığıyla…