Ütopyadan distopyaya düşebiliriz: Sadık Usta’nın temkinli iyimserliği
Yeni kitap hazırlıkları içinde çalışmalarını sürdüren sosyalist yazar Sadık Usta, Türkiye’nin çok zor bir süreçten geçtiğini, ancak özellikle Türkiye aydınının ütopyacı geçmişinden de güç alarak ve dünyada değişen güçler dengesini iyi değerlendirerek bir dağılma kaderini boşa düşürebileceğini belirtti. İçinde bulunduğumuz karanlıktan ancak devrimci bir cumhuriyet ile çıkabileceğimize dikkat çeken Sadık Usta, son gelişmelerle ilgili sorularımızı yanıtladı.
TKP’nin bir süre önce Türkiye’nin bir proje olarak ortadan kaldırılması çabalarında Türkçülük kadar Kürtçülüğün de etkin olduğu yolundaki açıklamasını destekleyen bir yorumda bulundunuz sosyal medya hesabınızdan. Ne olmuştu size göre?
SADIK USTA – Kürt siyasi hareketi, uzun yıllardır Türkiye’de faaliyet gösteren sol parti ve örgütleri vesayet altına almıştı. Sol adeta, Kürt siyasi hareketine, onun legal partilerine danışmadan, onların icazetini almadan hiçbir adım atamaz, açıklama yapamaz hale gelmişti. İşin kötüsü bu ilişki, sol partiler tarafından sadece kanıksanmakla kalmamış, aynı zamanda tek taraflı bir bağımlılık ilişkisi olan bu duruma itiraz edenler de anında sözlü ve fiili saldırıya uğruyorlardı.
TKP son açıklamasıyla, solu kendi içinde çürütmekle kalmayan, aynı zamanda toplum nezdinde tüketmekte olan bu ilişkiye çok haklı gerekçelerle güçlü bir itirazda bulunmuştur. Kullandığı her iki kelimeden biri “Aydınlanma” olan solun, artık gerçek anlamda “kendisi için” olup aydınlanması gerekiyor.
Kant, Aydınlanma’yı nasıl tanımlıyordu? “Kabahati kendinde olan ergin olamama halinden ve başkasının aklına ve kılavuzluğuna başvurmadan düşünememe ve hareket edememe halinden kurtulmaya cesaret etmek!” TKP’nin son açıklaması, sol parti ve örgütlere çok yararlı ve aydınlatıcı bir uyarıdır. Sol artık Kürt siyasi hareketinin de vesayetinden kurtulmaya cesaret etmelidir.
TÜRKİYE PROJESİ ÜZERİNE OYUNLAR
Türkiye’nin doğmaması gereken bir çocuk olduğu ilan ediliyor artık açıkça. Bir anomali olduğu savunuluyor. Hatta daha ağırı da söyleniyor: Doğumundan beri bir soykırım devleti karşısında olduğumuz görüşü yaygınlaşıyor. Bu saldırının ağırlaşacağı ve acımasızlaşacağı anlaşılıyor. Durmayacak. Türkiye’yi Yugoslavya’nın çözülüşündeki gibi bir hızla en az iki parça halinde görmek mümkün mü? Türklere Sırp, Kürtlere de Hırvat ve Sloven (hatta Boşnak, Kosovalı, Arnavut vs.) rolü mü veriliyor? Türklerle Rusları Kürtlerle de Ukraynalıları eşleştiren bir yaklaşım da alttan alta işleniyor gibi sanki. Bu projenin boşa düşeceğini söyleyebilir miyiz? Yoksa 1923 projesinin bir Yugoslavya kaderiyle sona ermesi kaçınılmaz mı?
SADIK USTA – Bu iddiaları gündeme getirenlerin şeceresine baktığımızda, bunların sadece tarihsel bilgiden yoksun olmadıklarını, aynı zamanda emperyalizm döneminin sınıfsal dinamiklerini de kavrayamayacak kadar ideolojik sefalet içinde olduklarını görürüz.
Tarih’te ne oldu?
Emperyalizm, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, gelecekte emperyalizme direniş gösterme potansiyeli taşıyan “büyük” ülkeleri ya bölüp parçalayarak tarihin kenarına itmeyi ya da onları fiili işgallerle sömürgeleştirmeyi amaçladı. Bu projeye üç önemli devlet itiraz etti. Bunlardan biri Rusya’dır, ikincisi Türkiye, üçüncüsü ise Çin’dir. Rusya’da 1917 devrimi, sadece emekçilerin iktidara gelebileceklerini kanıtlamadı, aynı zamanda emperyalist ülkelerden birini devre dışı bırakarak, ezilen ulusların ve emekçilerin kurtuluş davasına muazzam bir destek de sundu. Çin’de önce Sun Yat-sen önderliğinde Cumhuriyet (1911) kuruldu ve 1919’dan sonra da muazzam bir devrimci şahlanış baş gösterdi.
Türk devrimcileri ise, Hilafet kurumu üzerinden Müslüman toplumları denetim altına alan Osmanlı hanedanını silip süpürmekle kalmadı, aynı zamanda radikal bir laiklik ve halkçılık programıyla muazzam bir modernleşme hamlesi gerçekleştirdi. Bu devrimci çıkış, ezilen dünyaya muazzam bir örnek oldu. 1930’lardan itibaren Hindistan’da, Çin’de, Cezayir’de ve Latin Amerika’da emperyalizme karşı mücadele veren mazlum halklar, Türk devrimci hareketini kendilerine örnek aldılar. Tarih bilgisi olmayanlar, sadece burunlarının önünü görebilirler.
O dönemde Türkiye’nin önünde iki yol vardı: Ya Türk-Kürt halkı ortak hareket edip anavatanlarını kurtarıp modern bir toplum olacaklar ya da Sevr’de öngörüldüğü gibi emperyalizmin denetiminde küçük küçük beyliklere bölünerek sittin sene birbirlerinin kuyusunu kazacaklardı. Bugün, bazılarının arzuladığı gibi eğer Sevr planı uygulansaydı, Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin, Rumların, Çerkezlerin, Arapların vd. milliyetlere mensup toplulukların birbirilerinin gözünü oymaları, birbirinin kuyusunu kazmaları için binlerce sebep yaratılacaktı.
Devletler ve tarihsel kurumlar, varsayımlar üzerine inşa edilemez. Devletlerin kuruluşu, toplumsal güç, tarihsel fırsat ve birikimle belirlenir. O günkü tarihsel koşullarda kurulan Türkiye, gerçekleştirdiği modernleşme hamlesiyle hem siyasal hem de kültürel ve ekonomik açıdan Müslüman toplumların çok ilerisindedir. Şu son 20 yıllık AKP döneminde yaşadığımız mücadele ve halkın gösterdiği direniş potansiyeli bile bunun kanıtıdır. Bunu anlamak için sadece Türkiye’deki Kürtlerle, Irak’taki Kürtlerin bilinç, yaşam ve kültür seviyelerine bakmak yeterlidir. Bu farkı ve kazanımı Abdullah Öcalan da birçok konuşmasında teslim etmiştir.
Türkiye’yi bölme veya Türk ve Kürt yurttaşlarımızı birbirine kırdırma projeleri, hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir, çünkü Türkiye’nin batı illerinde yaşayan Kürt kökenli yurttaşlarımızın sayısı, doğu illerinde yaşayan Kürt yurttaşlarımızın sayısından kat be kat fazladır. Bugün milyonlarca yurttaşımız, benim gibi Kürt ve Alevi kökenli bir aileden gelmekle birlikte, kimliğini ırk ve inanç temelinde tanımlamamaktadır. Biz kendimizi, hangi etnik ve inanç kökeninden gelirse gelsin, Türkiye halkının ortak kültürel değerlerinin temsilcisi olarak görüyoruz. Türk ve Kürt’ü birbirine kırdırma politikası tutmayacaktır, fakat her iki tarafta da günden güne büyütülen NATO’cu milliyetçilik Türkiye’nin kültürel yapısına ve toplumsal dokusuna epey zarar verecektir.
60 küsur yıllık yaşımda bir şey öğrenmişsem, o da şudur: Emperyalizm tarafından desteklenen hiçbir kurtuluş ve özgürlük davası iflah olamamıştır. Emperyalizmin desteklediği milliyetçi girişimler, sadece kendi saflarını zehirlemekle kalmazlar, aynı zamanda tarihte de hep lanetle anılmaktadırlar.
TÜRKÇÜLÜK VE KÜRTÇÜLÜK: ÖNCE HALKÇIYDILAR, AMA…
Başlangıçta halkçı ve 1923 çevresinde bolşevizmle bile “iltisaklı” bir Türkçülük, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında halkçı/ütopyacı kimliğini tümüyle yitirdi, bugün bir İslamcı faşizm halinde gündemdedir. Demek ki, 1923’ü hazırlayan Türkçülük için aynı şeyi söyleyemeyiz. 1960’ların Kürt aydınlanması da halkçı bir niteliğe sahipti. Bugünkü iki milliyetçiliğin de NATO-ABD-AB bağlantıları çok açık. Hatta denkleme Rusya’nın böyle bir parçalanma durumunda belki de ayrılıkçı Kürtlerden yana bir tutumla gireceği bile düşünülüyor. Ne oluyor, ne olacak? Nereye gidiyoruz?
SADIK USTA – 200 yıllık demokratik devrim tarihimize baktığımızda Osmanlı’da ortaya çıkan ilk devrimcilerin, İbrahim Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşaların, Aydınlanmacı ve halkçı programlara sahip olduklarını görürüz. Ondan sonraki kuşaksa hem Aydınlanmacıydı hem de yıkılan ve çözülen Osmanlı koşullarında Türkçü ve halkçı çizgiyi benimsemişlerdi. Çünkü o gün özgür olmak ulusal bilinç ve ulusla devletle mümkündü. Bu yüzden dönemin Türkçüleri, sanıldığının aksine ırkçı değil, ki bunların başında İsmail Gaspıralı, Ethem Nejat, Yusuf Akçura, Müfide Tek, Hüseyin Cahit Yalçın vb. şahsiyetler gelir, eşitlikçi ve sosyalizme sempatiyle yaklaşan aydınlardı. Bu isimlerin 19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başında yazdıkları ütopik eserlere baktığımızda, sosyalizmin ve halkçı düşüncenin derin izlerini görürüz. Bunu, Tevfik Fikret’ten çok etkilenen Hüseyin Cahit Yalçın “Edebiyat Anıları”nda, “hepimiz o dönemde sosyalisttik” diyerek de ifade etmiştir.
Kuşkusuz o dönemin Türkçülerinin (Jön Türk) sosyalizme eğilim göstermesi bir tesadüf değildi, çünkü ideolojik olarak halkçılık, hem Avrupa Jakobenizminden hem de Rus halkçılığının ifadesi olan Narodnik fikirlerden etkileniyorlardı. 1920 TKP’sinin genel sekreteri Ethem Nejat da siyasete atıldığı ilk dönemde Türkçü ve halkçıydı. Bu sayede birçok aydın, Türkçülükten komünistliğe geçiş yapabilmişti. Ancak Sovyet Rusya’nın kuruluşu ve Türkiye’nin 40’lı yıllarda Sovyet Rusya’yla yaşadığı bazı siyasi sorunlar, ilk Türkçülerin çocukları ve torunları üzerinde olumsuz bir etki bıraktı. Onlar, o günün dünyasında kuvvetle estirilen faşist ve Sovyet düşmanı ideolojik cereyandan etkilenerek önce Nazi Almanya’sının sonra da NATO’nun denetimine girmişlerdir.
Bir benzer gelişmeyi bugün Kürtçü milliyetçilik için de söyleyebiliriz. Senin de belirttiğin gibi Kürt milliyetçi akım ilk yıllarında kaderini Türk sosyalistleriyle birleştirmekten vazgeçmedi. Bu tutumun çok da faydasını gördü.
1900’lerin başında faaliyet gösteren Kürt Teali Cemiyeti’nin kurucularından olan Abdullah Cevdet, hem büyük bir Aydınlanmacı hem de yurtseverdi. O daha baştan itibaren Kurtuluş Savaşı’na desteğini esirgememiştir. İctihad dergisinde yayımlanan “Dumlupınar, Mustafa Kemal Paşa” başlıklı yazısında şunları yazmıştır: “Mustafa Kemal bütün nitelikleriyle bir dehadır. Kuşkusuz başarısında bazı uluslararası koşullar ve tesadüfler rol oynamıştır; ancak başarının esas nedeni hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak şekilde Mustafa Kemal’in o ince dehası ve davasına olan güveni olmuştur.”
Bu nedenledir ki Atatürk onu Cumhurbaşkanı sıfatıyla 1925 yılında Çankaya Köşkü’ne davet etmiş ve onunla görüşme bir saat planlandığı halde üç saate yakın sürmüştür. Ayrılırken de Atatürk ona “Yapmak istediklerim, sizin yıllardır yazdıklarınızdır,” diyerek kendinden önceki Aydınlanmacı kuşaktan ne kadar etkilendiğini ifade etmiştir.
Yine 1960’ta kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP)’in kuruluşuna katılan Kürt kökenli aydın ve sendikacılar, sosyalizm davasının Türkiye’nin en ücra köşesine yayılması için de canla başla çaba göstermişlerdir. Hatta o dönemde bazı doğu illerinde etkin olan Barzanici ve Kürt milliyetçisi parti ve örgütlenmelere uzak durmuşlardır.
Fakat ne zaman ki 1970 ila 1990’lı yıllar arasında Arap ulusal-devrimcilerinin Ortadoğu’daki etkin gücü, ABD-İsrail müdahalesiyle kırıldı, işte o andan itibaren ABD ve Batı destekli yeni bir Kürt milliyetçiliği dalgası yaratıldı.
Şimdi, TKP’nin yaptığı son açıklamadan bu yana Kürt milliyetçilerinin yaptıkları açıklamaları ve bazı yayın organlarında çıkan ağır ithamları okuduğumuzda şu gerçeği bir kez daha net bir şekilde görüyoruz: Kürt milliyetçileri, Türkiye’nin bölünüp parçalanmasını amaçlayan emperyalist Sevr planı hayranlığıyla, Sovyet Rusya’nın bütün gücüyle desteklediği Lozan Antlaşması karşıtlığıyla, sadece tarihsel gerçeklerle savaşmıyorlar, aynı zamanda günümüzde ABD-İsrail’in Büyük Orta Doğu Projesi’nde rol almaya aday olduklarını da ilan ediyorlar. Nitekim söz konusu örgütlenmelerin finans kaynaklarının ve kullandıkları silahların NATO ve CIA olması bir tesadüf değildir.
Yukarıda da belirttiğim gibi, Türkiye’yi bölmek mümkün olmayacaktır, çünkü ABD emperyalizmi artık eski gücünde değildir, fakat bölme çabaları ve halkları düşmanlaştıran kışkırtıcı üslup, ortak vatanda yaşamayı da zorlaştıracaktır. Bunun kazananı ise son tahlilde, eğer sol ciddi bir müdahalede bulunamazsa, İslamcı-Şeriatçı gericiler olacaktır.
HALKIN BÜYÜK ÇOĞUNLUĞU VE AYDIN
Türkiye’nin aydın ve sol birikimi ne durumda? Bu ikisi de aynı düzlemin aktörleri gibi görünüyor, hatta “ayrılmaz ikizler” de diyebiliriz. Bu birikim Batı’dan gelen böyle kıyıcı ve imhacı bir proje karşısında ne yapabilir sizce? Türkçülüğün geçen yüzyılın başlarındaki tüm halkçı karakterini sıfırladığını, tekelci sermaye için sosyalizme karşı bir vurucu güç olarak kullanıma sokulduğunu görüyoruz. Buna “Natotürkçülük” de diyebiliriz. Faşist bir oluşumdur artık. Ama sözde karşıtını ürettiğini de görüyoruz: Tüm halkçı kimliğini ABD ve AB’nin emrine vermiş bir tür “Natokürtçülük” ile mi karşı karşıyayız? Natotürkçülüğün Kürt ayrılıkçılığını (Natokürtçülük) provoke ettiğini söylemek için henüz erken mi, yoksa çoktan mı bu durağı geçmiş bulunuyoruz?
SADIK USTA – Kanımca içinde yaşadığımız şu çalkantılı dönem, siyasal açıdan Türk aydın ve sol birikimin etkisiz kaldığı talihsiz bir dönemdir. 1960’lardan 80’lere kadar sol partiler, Türkiye’nin kaderini belirler konumdaydı. 80’li yılların başında bir kırılma oldu fakat buna rağmen sol güçlü ve dinamik olmaya devam etmişti. 1980’lerin ortalarındaki ve 90’ların başındaki siyasal-toplumsal koşulları göz önüne getirirsek, o yıllarda Türkiye’de yoğun bir emekçi hareketinin varlık gösterdiğini; Özal hükümetini sallayan grev dalgalarıyla karşı karşıya olduğumuzu, sendikal hareketin güçlü, sol hareketin canlı ve dinamik olduğunu görürüz. Solcular, sadece sokakta değil, üniversitelerde ve düşünce alanında da çok etkindi. Dergiler, gazeteler, kitaplar ardı ardına yayımlanıyordu. Ne yazık ki iletişim olanaklarının genişlemesine ve yoğunlaşmasına rağmen solun, hem halkla olan ilişkisinde bir zayıflama hem de düşünsel alanda bir çoraklaşma yaşadığını saptıyoruz.
Kanımca bunun iki nedeni var: Birincisi, sol parti ve örgütler, uzun yıllardır kaderlerini sadece Kürtçü akımın kaderiyle birleştirmemiş aynı zamanda hareket ve faaliyet alanını da ona göre belirlemiştir. Bu da doğal olarak sol partilerin, Türkiye nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan Türk ve Sünni kökenli kesimden uzaklaşmasına ve onlara yabancılaşmasına yol açmıştır. Neticede siyasal ve toplumsal koşullar boşluk kabul etmez. Doğan boşluğun 30 yıldır İslamcılar tarafından doldurulduğunu bizzat görüp yaşadık. İslamcı parti, 1990’ların başında yüzde 10’lardan son yıllarda görüldüğü gibi yüzde 30’lara tırmanmakla kalmadı, solun geleneksel alanları olan üniversiteleri, varoşları ve sendikaları da ele geçirdi. Sadece bahsi geçen bu üç alanın kaybedilmesi bile Türkiye’nin geleceğinin de ne kadar tehlikede olduğunu göstermeye yeter.
Solun halkla olan organik ilişkisinin zayıflamasının ve fikri açıdan çoraklaşmasının ikinci temel nedeni ise şudur: Solun en az son 30 yıldır hem uluslararası alanda hem de Türkiye’de toplumsal ve siyasal gelişmeleri düzgün okuyamamasından ve geçmiş dönemin teorik ve kitabı bilgilerine saplanıp kalmasından kaynaklanmıştır.
Solcu arkadaşlara, Komünist Manifesto’yu yeniden bir başka gözle okumalarını öneriyorum. Marx ve Engels Manifesto’da sadece kapitalizmin nihai yıkılışını müjdelemezler, aynı zamanda düşünsel açıdan da ne kadar dinamik ve yaratıcı olduklarını da gösterirler.
Manifesto metninin en az yarısı, o günün koşullarında güçlü bir toplumsal-örgütsel tabanı olan ütopik sol-sosyalist parti ve çevrelerin eleştirisine ayrılmıştır. Manifesto’da Marx ve Engels, içinde bulundukları dönemde güçlü ve etkin olmakla birlikte bu akımların dayandıkları toplumsal kuvvetlerin tarihin akışı içinde etkisiz hale geleceklerini tahmin etmiş ve gelecekte inşa edilecek olan sosyalist hareketin, eğer iktidar olmak istiyorlarsa, hangi toplumsal kuvvet ve sınıflara dayanması gerektiğini bütün açıklığıyla ve bir kehanette bulunurcasına açıklamışlardır. Marx’tan kopya çekmemeliyiz fakat onun cesur siyaset yapma ve analiz etme tarzını benimsemeliyiz.
GELECEĞİ DE OKUYABİLMEK ÖNEMLİ
Sosyalist ideallerimiz hep gelecekle ilişkilidir fakat ne yazık ki günümüzde birçok sol parti ve yapı, düşünsel yapısını gelecekteki kuvvet ilişkilerine göre konumlandırmamaktadır. Tekrar etme pahasına bir kez daha vurgulamayı gerekli görüyorum: Türkiye’nin ezici çoğunluğunu oluşturan Türk ve Sünni kökenli yurttaşların saflarında güçlü bir sınıfsal dayanak yaratmadan, solun başarılı olması mümkün değildir. Bu gerçeğin üzerinden atlayabileceğini düşünen her şahıs ve parti, eğer Türkiye’yi bir tiyatro sahnesine benzetirsek, sahnede herhangi bir belirgin rol oynayamayacağı gibi, ancak salonun en ucuz arka sıralarında izleyen bir seyirci durumuna düşecektir. Bu açıdan TKP’nin PKK ile ilgili yaptığı son açıklamayı hem tarihsel mesaj açısından önemli hem de tarihin öznesi olmaya aday bir partinin cesur çıkışı olarak görüyorum. Bu vesileyle partinin genel sekreteri olan Kemal Okuyan’ı ve bu kararlı açıklamayı imzalayan yönetici kadrolarını kutluyorum.
Artık nostaljik hatıralardan sıyrılıp kopuşu gerçekleştirmemiz lazım. PKK eski 1990’ların hareketi olmaktan çoktan vazgeçti. Kuşkusuz PKK ve onun denetlediği legal partiler, Kürt kökenli yurttaşlar içinde hâlâ güçlü bağlara sahiptir. Fakat bu, bir partinin doğru yolda olduğunun kanıtı olamaz.
İsrail de yüzyıllar boyunca ezilen ve hatta Naziler tarafından soykırıma uğrayan bir halkın mağduriyeti temelinde devletleşmişti fakat bugün Filistinlilere nasıl kan kusturduğunu görüyoruz. Ortadoğu’nun devrimci ve antiemperyalist güçlerinin en önemli hedeflerinin başında bugün İsrail gelmektedir.
İsrail’e ve NATO’ya dayanarak hangi özgürlük kazanılabilir? Sadece NATO’nun ve İsrail’in kullanışlı aracı olunabilir. Bu bakımdan Kürt hareketinin çoktandır bütünüyle emperyalist kampa iltihak ettiği cesaretle görülmeli ve sol, yeniden konum belirlemelidir. Aslında Kürt hareketini emperyalizmden kurtarmanın yolu da solun Türk ve Sünni kökenli kesimler içinde güçlü bir dayanak yaratmasıyla mümkündür. Bu denklem, Türkiye’nin önünü açacak devrimin denklemidir.
ÖLÇEKLER YÖNETİLEMEZ BOYUTLARDA
ABD ya da Almanya ve kalan Avrupa arasında Türkiye konusunda bir tarz veya görüş farkı görüyor musunuz?
SADIK USTA – Türkiye, AKP’nin iktidara gelişinden bu yana gerçek anlamda emperyalizme daha da bağımlı hale gelmiştir. Türkiye ekonomik açıdan çok güçlü değildi, fakat dengeli gelişen bir ülkeydi. Sanayisi gelişen, tarımı canlı, köyleri ve kasabaları üretkendi. Bugünse tarım ve hayvancılık ölmüş, sanayi kentleri çöküşte, nüfus açısından sürekli kan kaybeden, büyük kentlere yığılan tehlikeli bir nüfus ve yerleşim yapısıyla karşı karşıyayız. Artık sadece büyük ve yönetilemez kentlerimiz var. Artık sadece kültürel açıdan yozlaşan ve günden güne çürüyen bir toplumsal yapıyla karşı karşıyayız. Günden güne büyüyen ve ülkenin en ücra köşesine kadar yayılan bir gerici dinci dalgayla karşı karşıyayız. ABD ve Avrupa nezdinde Türkiye iki açıdan önemlidir: Birincisi, mülteci akınını durduran bir havuz işlevi görmesi, ikincisi de Avrupa ve ABD kaynaklı sermaye fonlarının sömürü ilişkilerine açık olması.
ÜTOPYADAN DİSTOPYAYA
Türk ütopyalarını kitap halinde inceleyip yayımladınız. Türkiye’nin kurtuluşu için yeterli aydın birikimi ve tasarımları var mı? Şöyle söylemeye çalışalım: Türkiye’nin önemli bir parçasını koparmak mümkün mü ve bu, ütopya mı distopya mı olur? Türk ve Kürt aydınları bu gelişimi nasıl karşılar, nasıl karşılamalı?
SADIK USTA – Türkiye’nin bir parçasını koparmak mümkün müdür? Tarihte “hiçbir zaman olmaz” dememeliyiz. Türkiye’nin parçalanması ihtimal dahilindedir ve bu herkes için ölüm ve yıkım anlamına gelir ki, bu da bizim açımızdan bir distopya demektir.
Öyle koşullar gelir ki parçalanmak sadece istenmez aynı zamanda zorunlu hale de gelebilir. Fakat yaş itibarıyla o günleri yaşamayacağım için de kendimi mutlu sayıyorum. Çünkü eğer öyle bir dönem gelirse, yaşanacak çatışma ve ortaya konacak vahşet Yugoslavya’nın yaşadığına benzemez. Bu süreç, herkes açısından bir son demektir.
Fakat ben Türk, Kürt ve Anadolu halkının sağduyusuna güveniyorum. Bu çatışmanın ne kadar çok kışkırtıldığını hem günümüzün bazı Türkçü partilerinin açıklamalarından hem de Avrupa’yı kendine mesken seçmiş bazı yazarların açıklamalarından görüyorum, ancak oyuna gelmeyeceğimizi de adım gibi biliyorum. Çünkü biz tarihte çok ağır badireler atlatmış bir toplumuz. Türkiye bu çıkmazdan, yeniden devrimci bir cumhuriyetle çıkmayı başaracaktır ki, bu da bizim ütopyamız olacaktır.
ŞEVKET SÜREYYA, KEMALİZM VE AVRUPAMERKEZCİLİK
Türkiye’nin daha kuruluşunda Avrupa merkezci eğilimlere karşı bir güç toplanması vardı. Kadro dergisi böyle bir girişimdir. Bu dergide 1932 yılında Şevket Süreyya’nın Avrupa merkezciliğe ağır bir darbenin Türk inkılabından geldiğine dikkat çeken bir makalesi var mesela. Soldan gelen Şevket Süreyya (Aydemir) ve Kemalist arkadaşları, dünyadaki gelişmeleri Avrupa’nın gözünden değerlendiren merkez arayışının “inkılapçı Türkiye” sayesinde sona erebileceğine dikkat çekiyordu. Bugün nedir sizce bu Avrupa merkezci çekim karşısındaki konumumuz?
SADIK USTA – Yeri gelmişken belirtelim, Şevket Süreyya Aydemir, soyadını Müfide Tek’in ütopik romanının kahramanı Aydemir’den alır. Şevket Süreyya, henüz 1932 yılında muazzam bir makaleyle, sadece Avrupamerkezci bakış açısını eleştirmez, aynı zamanda Avrupa uygarlığının ideolojik temeli olarak inşa edilen “Yunan mucizesi” tezini de eleştirir. Çok önemli bir çıkıştır bu.
Hem “Dünyayı Değiştiren Düşünürler”in birinci cildinde hem de son kitabım “Şüphenin Tarihi”nde söz konusu “Yunan mucizesi” tezinin hiçbir gerçek veriye dayanmadığını antikçağ yazar ve filozoflarının yazılarına başvurarak eleştirmiştim.
Şevket Süreyya yazdığı o makalede kısaca, “binlerce yıllık insanlık tarihini ne ‘Yunan mucizesi’ tezine ne de Avrupa kapitalizminin kısa tarihine endeksleyebilirsiniz” demektedir. İnsanlık tarihi ne birkaç yüzyıllık Yunan uygarlığından ne de 500 yıllık Avrupa tarihinden ibarettir.
Sümer, Mısır, Hint, Çin, Doğu-İslam uygarlıklarının kültürel başarılarını ve düşünsel mirasını dikkate almayan herhangi bir tarih yazımı, bir safsatadan ibarettir. Günümüzün birçok insanı, “Nasıl olur da Miletli Tales, Atinalı Solon, Perikles ve Platon, yıllarca Mısır’da kalıp oradan siyaset, bilim ve felsefe öğrenmiş olabilir” demektedir. Günümüzün insanın anlamadığı, o günkü beyin göçünün Mısır’a doğru olduğudur. Söz konusu filozof ve yazarlar yazılarında, övünçle, Mısır’a gittiklerini, orada bilim, siyaset ve felsefe öğrendiklerini vurgulamışlardı, çünkü bu onlar açısından bir övünç kaynağıydı. Tıpkı bugün bir akademisyenin “Doktora tezimi Harvard’da yazdım,” demesi gibi bir şeydi bu.
Kısacası, bizim solun kendine yeniden sadece ideolojik açıdan değil, aynı zamanda kültürel ve toplumsal açıdan da yeni bir konum belirlemesinin zamanı gelmiştir. Bunun nasıl olması gerektiğini ise bir başka söyleşide etraflıca konuşabiliriz.