November 8, 2024

Tekin Yayın Dağıtım San.Tic.Ltd.Şti

Mimar Sinan Mah. Atlas Çıkmazı Sk. No:7 Üsküdar/İstanbul

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Elif Akkaya

Telefon

0216 323 20 20

E-mail

info@tekinyayinevi.com.tr

Website

Tekin Yayınevi

Teknik Sorumlu

Tetris Teknoloji

“Gözlerim nemli değil, gözlerim namlu”: Devrimci İsmet Özel’in öyküsü

“Gözlerim nemli değil, gözlerim namlu”: Devrimci İsmet Özel’in öyküsü

OSMAN ÇUTSAY

Hakkını verelim veya haksızlık yapmış olalım: Edebiyatımızda sayısı pek az Martin Eden’lardan biridir İsmet Özel. Ondan önce Aziz Nesin, Yaşar Kemal ve Yılmaz Güney vardı. Çok zor koşullarda ve olanaksızlıklar içinde yetişmiş, ama yetenekleriyle kendilerine Türkçede özel bir yer açıp gerçek birer şöhret olabilmişlerdi. Solun çocuklarıdırlar. İsmet Özel dahil.

Oradan bakacağız, fakat zamanı veya zamanın ruhunu değil, adına Türkiye dediğimiz bir mekânın tarihsel koordinatlarını tartışacağız. O mekân içindeki bir dergiyi ve o derginin kişiliğini damgalayan veya temsil eden bir aktörü: Halkın Dostları ve İsmet Özel kimlerdi ve kimlere karşı savaşmışlardı?

Yanıtı kolay olmayan, çünkü zamanın ruhuyla aktörlerin ruh hallerinin örtüşmeyebileceği bir soruyla başlayalım: İsmet Özel’i, başta Ataol Behramoğlu olmak üzere bir grup devrimci arkadaşıyla birlikte, 1970 yılında devrimci bir edebiyat dergisi çıkarmaya iten somut gerçeklik, tarihselliği içinde nasıl bir zorlamaya karşılık geliyordu?

Genç İsmet’in sosyalist olması mıydı bu mekândaki yerleşikliğe ve olanaklara gözünü kapatmasına ya da onları engel saymamasına yol açan? Ya da tam tersi mi? Yani Türkiye’nin ve Türkçenin büyük bir olanak içerdiğini mi düşünüyordu? Belki de Ankara’nın boşa düştüğünü görüyordu. Bu görüşünde yalnız değildi.

1970 yılının özel bir önemi var. Ekonomik değil, adım adım ilerleyen bir siyasi kriz içinde bu “dergi kararı” alınmıştı. Sonuçta, genişleyen bir iç pazarda, emekçi yığınların, özellikle dayanıklı tüketim malları ve inşaatta genişleyen bir üretim kapasitesi, dolayısıyla düşük enflasyon ve hatta döviz fazlası ile yüz yüzeydi Türkiye.[1] Böyle bir ortamda büyük işçi yürüyüşü (15-16 Haziran 1970) ve ardından parlamentoya sınırlı da olsa askeri müdahale (12 Mart 1971) sürecinde doğmuş bir dergi oldu Halkın Dostları. İsmet Özel’in kişiliğini yansıtan ve İsmet Özel’i büyük dönüşümü öncesinde son kez belirleyen bir müdahale. Tamamına erdirilmesi için siyasal şiddeti de içerecek bir ısrarla ve inatla toplumsal bir dönüşüm ve bu dönüşüme karşılık gelecek bir sanat-edebiyat platformu yaratılmasını istiyordu.

Akıntıya kürek çekiliyordu, denebilir. Böyle bir saptama, kuşkusuz o çabaya düşmanca yaklaşan bir bakış olur. Dost bakış, İsmet Özel ile Ataol Behramoğlu’nun topluma ve edebiyata, jakoben önerilerle müdahale talebinde bulunduğunu söylemeyi gerektirir. Amaç, köklü bir dönüşüm gerçekleştirilmesidir. Öyledir.

Ne demek mi istiyoruz?

Şunu: Koşullar, belki devrimci bir yenilenme gerektirmiyordu, ama bir kuşak ısrarla geçmişte denenmiş cumhuriyetçi önlemlerin her alanda derinleştirilmesini ve aşılmasını, sosyalist bir yönetimin kurulmasını, edebiyatta da büyük bir mıntıka temizliği yapılmasını talep ediyordu. Burada yerleşik soldan pek destek bulduklarını söyleyemeyiz. Galiba içten içe “maceracılıkla” bile suçlanıyorlardı. Koşulları yeterince tanımamak ve aceleci davranmakla eleştiriliyor olmalıydılar… 

Genç insanlardan, genç edebiyat militanlarından söz ediyoruz. Devrimci gençlik, özellikle de Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş’in temsil ettiği devrimci gençlik, devrimci bir iktidar için koşulların olgunlaştığı düşüncesindedir. Literatüre “eski tüfek” diye giren tarihsel TKP’nin ve sonra da TİP’in yönetim kadroları ise genç insanların iktidar zorlamasına sempatiyle bakmıyordu. Böyle bir ortamda Halkın Dostları çevresinin edebiyat taşkınlığı da bir tür maceracılık olarak algılanmış olmalıydı. Bazı tepkilere değineceğiz. İsmet ve yakın dostu Ataol gerçekten maceracı mıydı?

Aslına bakılırsa, roman, öykü ve sanatın diğer alanlarında henüz belirginleşmeyen bir şeyi İsmet Özel ve arkadaşları, bu kuşak anıştırmasıyla şiirde deniyordu. Yeni bir şiir çıkışı vardı ortada artık. Devrimi ve  sosyalizmi çağıran, bizzat kendisi de “eski devrimci şiiri” tartaklamaya hazır bir derleniştir sahnedeki. Sadece bu kadarıyla bile İsmet Özel’in, Ataol Behramoğlu’nun desteğiyle Türk edebiyatına, hadi daraltarak söyleyelim, Türk şiirine, devrim fikrini ve devrimci duyarlılığı yedirmeyi başardığı ileri sürülebilir.

Gerçi iki yıl kadar sonra bu dergi süreci biterken genç Özel çok başka bir dünyanın çeperlerine doğru hareketlenmeye başlamıştır bile, ama biz bir şeyi çok iyi gözleyebiliyoruz. Araştırmacı M. Bülent Kılıç’ın “Saklı Rönesans” çalışmasındaki saptamalarında da var: Türkiye’nin bu unutulmaz 20 yılında (1960-1980), İsmet Özel’in şiirine, poetikasına devrimci bir enerji egemendir.[2] Yani Özel, İslami ve hatta İslamcı bir yaşantıya geçiş yaptıktan sonra da şiirinde devrimci bir omurga taşıyordu. Demek ki, omurga öyle ha deyince çekilip alınamıyor. Kendini hatırlatıyor. Gerçekten bir omurgaysa…

Bu, bir yanıyla kişilik sorunuydu, ama tek tek insanları aşıyor ve bir dönemin gençlerini temsil ediyordu. Samimiyet ve tutarlılık talebi önemliydi. 1960’ların genç ihtilalcileri böyle saftılar. Temizlik anlamında saftılar. Şövalyece davranabiliyorlardı. Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir ve Deniz Gezmiş, bu saflığın simgeleri kabul edilebilir. Genç Ataol ile İsmet’in de bu havanın dışında kalamadığını, onun “şiirsel izdüşümleri” olduğunu söyleyebiliriz. 1970’lerde başka bir militan ve kadro tipi sahneye egemen oldu.

Kesinleştirelim: Genç İsmet Özel, 1960’ların çocuklarını yazıyordu, yazdıklarıyla da o çocukların bizatihi kendisiydi. Hepsi, Halkın Dostları’ydılar.

Derginin ilk sayısındaki “Gerici Sanata Hücum” yazısı bu tipolojinin iki seçkin temsilcisi olarak İsmet Özel ile Ataol Behramoğlu’nun ortak çağrısıdır ve diğer imzaların da bu çıkışa katkısı vardır. Ancak bunun, cerbezesi nedeniyle ışığı üzerine tutmakta bir beis görmeyeceğimiz İsmet Özel’in bir manifestosu olduğunu da söyleyebiliriz.

Buna geleceğiz, ancak bir başka âlemdeki akraba Yordam dergisinin birkaç ay önce yayın hayatına son verdiğini hatırlatarak. Yordam dergisini çıkar(t)an Hüseyin Cöntürk ya yorulmuştu, ya korkmuştu ya da dönemin genç isyancılarına artık yer açma kararı almıştı. Halkın Dostları çevresinde pek görülmeyen Cöntürk’ün 1968’de çıkan Hüseyin Cevahir’li Yeni Eylem dergisine parasal destek verdiğini Kılıç’ın kitabından öğreniyoruz. Ölünceye dek gençlere destek verdi. Her ne ise, ortada bir temas korkusuzluğu ve ısrarla iltisak arayışı var. O halde, yapıcıları o zaman hiç böyle düşünmemiş bile olsa, bugünden içerik çözümlemeleri için baktığımızda, Halkın Dostları’nın bir yanıyla Yordam’ın devamı olduğunu öne sürebiliriz. Devrimci ve elbette Yordam’ı aşan bir devamlılıktı bu…

Bir şeyi açıkça belirtmek gerekir: İlk sayısı 1970 yılı martında çıkan Halkın Dostları dergisi, gerçekten de Cemal Süreya’nın 1987 yılında yaptığı, ama üzerinde epey düşündüğü belli bir saptamayı haklı çıkarıyor. Halkın Dostları, devrimci bir genç şairin damgasını taşıyordu ve tersi: İsmet Özel, 1970 yılı başlarında tam da Halkın Dostları dergisiydi, o derginin damgasını taşıyordu. Öfkeli, samimi, hep derini arayan, halka karşı büyük bir sorumluluk taşıyan ve kendi haklılığından da emin, ama geçmişle hesaplaşırken küstahlık sınırlarını yine de zorlamayan bir genç tutku.

Askerden yeni dönmüş, 26 yaşındaki bir devrimciden söz ediyoruz. “Amentü” şiiri sonrasındaki İsmet Özel, artık birçok açıdan çok farklı bir kişiliktir ve ayrı bir inceleme konusudur. Bunu yapan görece genç kuşağın çeşitli çevrelerinden insanlar yok değil. Yakın örneklerden biri Hüseyin Etil’in gerçekten ilginç “İsmet Özel ve Partizan: Aynı Adamın Öyküsü” kitabıdır.[3] Başka kitaplar da var.  Ancak devrimcilikte ısrarlı genç kuşağın, yeni devrimcilerin aşkın bir yorum denemesinden söz edemiyoruz. Sağda, İsmet Özel ve zamanını yığmaca bir mantıkla sadece öven çok yayın var. Normal karşılanmalıdır. Sağın düşünce geliştirme gücü bulunmuyor. Bu, mevcudu koruma histerisinin ve eşitlikçi-aydınlanmacı arayış yokluğunun doğal sonucudur.

Ancak biz yukarıda “kişilik” dedik. Öyle: Halkın Dostları kapandıktan 16 yıl sonra, bu piyasayı çok iyi bilen ve gerçekten büyük bir şiirin sahibi olmanın dışında, galiba Yusuf Ziya Ortaç’tan sonraki ve Mustafa Kemal Erdemol’dan önceki en iyi portre yazarı olan Cemal Süreya, bu ilişkiyi çok açık formüle etme ihtiyacı duymuştu: “Şimdi anlaşılıyor ki, aslında Halkın Dostları bir İsmet Özel kişiliğidir. Bence bir kişiye indirgenirse, (…) tavır olarak İsmet Özel’dir.”[4] İyi…

İyi de, 1970 yılında güneşli 20’lerini süren bu bir avuç devrimci neden bir edebiyat dergisi kurma zorunluluğu duymuştu? Cemal Süreya’nın nokta atışından hareketle: İsmet Özel, neden Cumhuriyet’in 50’nci kuruluş yıldönümüne 3 yıl kala böyle bir edebiyat dergisiyle sahneye çıkma ihtiyacı hissetmişti. Derdi neydi? Sonuçta, Ataol ile birlikte şiirlerini yayımlama sıkıntısı yoktu. Kimi mahfillerde “Türk edebiyatının üvey oğlu” diye dalga geçilen, ama yıllarca Türk edebiyatındaki ilerlemeci yönsemelerin koruyuculuğunu yapan Memet Fuat bile şiirlerini Yeni Dergi’de basıyordu. Çalışmalarını istediği her yerde yayımlatabilirdi.

Bu örgütlenme arayışının, bu zorlamanın/zorlanmanın bir başka gerekçesi olmalıydı.

Cumhuriyet rejiminin 100 yaşını geride bıraktığı ve tüm kurumlarıyla neredeyse kazındığı günümüz koşullarında rastlayamadığımız böyle bir devrimci (hem yıkıcı hem de kurucu) öfke, derinlik ve yaygınlık arayışına, bu müdahale sorumluluğuna bir yanıt bulmak zorundayız. Devrimci, yani sosyalizm için ve emperyalizmle savaşmak üzere kurulmuş küçük bir edebiyat dergisinin genç insanlarını harekete geçiren neydi? Genç İsmet’i iten, zorlayan şey neydi?

Kolay sorular değil bunlar: Halkın Dostları’nın doğduğu dil, tarih ve coğrafya, kısacası Türkiye, doğru bir adres olabilir miydi? Halkın Dostları çok erken bir doğum muydu? Yoksa çok mu gecikmişti? İki durum da bebeğin yaşama şansı olmadığını göstermiyor muydu?

Doğrusu ilk bakışta Türkiye’nin toplumsal ve entelektüel altyapısı Halkın Dostları türü bir devrimci atılıma çok da hazır görünmüyordu. 1970’in ilk günlerinde, kapalı kapılar ardında 12 Mart muhtırası pişirilirken kotarılan Halkın Dostları, belki tam da bu gerekçeyle önemli ve tarihsel bir haklılığa sahipti. Havada bir devrimci iktidar kokusu vardı. Bu, kimilerine göre, “irrasyonel koku”, yönetenlerde denetim dışı bir korkuya yol açıyordu.

Bu nedenle olmalı, İsmet Özel’in görünmez imzasını taşıdığını söyleyebileceğimiz Halkın Dostları’nın ilk başyazısı, daha başlığıyla bile bir savaş ilanıdır. “Gerici sanata hücum!”

Orada kalalım. Henüz 1950’lerden 60’lara miras kalan altyapısı sayesinde ekonomik genişleme potansiyeli süren ve ithal ikamesi politikasıyla pazar genişlemesi ve özellikle dayanıklı tüketim malları ve inşaat üretiminde rekorlar kırıldığı, dolayısıyla imalat sanayiindeki işçi sınıfının genel gelir düzeyinin ve DİSK’in etki alanlarının arttığı bir dönemdeyiz. Siyaset ise bu büyümenin aynen yansıdığı bir düzlem değildir. Halkın Dostları Türkiye siyasetinde bir hükümet boşluğu yaşanırken sahneye çıkmıştır.[5] Gençliğin ve sendikal mücadelenin sosyalizan talepleri, yönetenleri çok korkutmaktadır. Bu korkuyu İsmet-Ataol kuşağının fark etmemiş olması düşünülemez. Acaba Halkın Dostları müdahalesini bu korku mu doğurmuştu?

İsmet Özel ve başta Ataol Behramoğlu olmak üzere arkadaşları, bu talepleri bile geri bulmakta, sosyalist bir toplum, devrimci bir edebiyat istemektedir. 1970 yılı, 1978’e doğru hareketlenen tarihin ilk büyük adımlarını, özellikle de 15-16 Haziran’ı içeriyor. İsmet Özel damgalı Halkın Dostları, Türk edebiyatındaki çok nadir bir şeyin, devrimci çıkışın en etkili ve en son örneği oldu. Sonraki bir çıkış olarak Edebiyat Dostları’nın etkisi çok sınırlı kaldı. Yordam ve Halkın Dostları’nın devamı sayılabilecek bu dergi, neredeyse tüm yapıcılarının sağa çekmesi ve birkaçının da sistem içi bir üne kavuşmasıyla böyle bir yükün altından kalkamamış oldu.[6]

Manifesto niteliği çok açık “Gerici Sanata Hücum” başyazısı ilginç bir saptama yapıyor ve bir devamlılığı, daha doğrusu döneme özgü bir ortak tutarlılığı sürdürüyor: Egemen edebiyat anlayışının gerici  olduğunu savunuyorlar ve bunun dışında İkinci Yeni ile eski toplumcu şiirle araya mesafe koymakta kararlı görünüyorlar. Nâzım ile o yıl için Ahmed Arif iki istisnadır.

Eski tüfek Ahmed Arif, bütün çolpalığıyla, bu genç çıkışın kendisine yönelik açık sempatisini, onu adeta nefrete tahvil etmek isteyen bir korkuyla karşılayacak, baltayı taşa vuracaktır. Genç İsmet’in bu korkuyu o zaman algılayamadığını, sonraki sayıda verdiği yanıttan anlıyoruz. Tarihsel TKP’nin zaten sınırlı genç kadrolarını (bu arada Enver Gökçe, Arif Damar ve Ahmed Arif gibi üç genç yeteneği) biçen ünlü 1951 tevkifatından kalanların temsilcisi konumundaki Behice Boran, Sadun Aren ve Nihat Sargın gibi isimler TİP’e yön veriyordu, “71 ihtilalcilerinden” çok korktular ve acımasızca suçladılar. Bunu, tarihten biliyoruz. Gerçekten de, Ahmed Arif’in temsil ettiği eski komünist kadroların genç devrimcilere yönelik hastalıklı kuşkusu ve hatta korkusu, semptomatik bir niteliğe sahipti. Bunu, bütün 1970’lerde reel sosyalizmleri iyice egemenliğine alacak bir sağcılığın habercisi olarak değerlendirebiliriz.

Bu tepkiye ve anlamına/anlamsızlığına daha sonra değineceğiz.

Screenshot

Fakat 1970 yılında genç devrimciler kendilerinden emindir ve eski solda korku yaratmalarının bir nedeni de belki budur: Geri kalmış bir Türkiye’nin, geri kalmış bir edebiyatı olduğunu savunuyor ve bu müdahalenin de yeni şartların, devrimci mücadelenin bir sonucu olarak kabul edilmesini istiyorlardı. Şunu  eklemek gerekir: Genç İsmet’in, Yordam’da Hüseyin Cöntürk’ün bıraktığı yerden devam etme, hatta onu da aşma kararlılığını Halkın Dostları dergisinin daha ilk satırlarında okuyabiliyoruz. 

Bu, bir tür İsmet Özel manifestosunda, ki genç Ataol’un İsmet’le ilişkisinde tıpkı Ahmet Hamdi Tanpınar’ı tamamlayan Nurullah Ataç (veya tersi) gibi bir rol üstlendiğini düşünebiliriz, derinlikli bir öfkenin yanı sıra en yakınındakilerle hesaplaşma ve sınır çekme ağrısı hemen dikkat çekiyor. Bu ağrı sola yabancı değildir. Hatta “sola içkindir”. Örneğin böyle bir sınır çekme hıncının benzerini Halkın Dostları’ndan 122 yıl önce yayımlanmış Komünist Manifesto’dan iyi tanıyoruz. Ancak birkaç yıl önceki bir başka çıkışı da anmadan edemeyiz. Yordam’da Hüseyin Cöntürk’ün “Bütün duran ve geriye bakan eğilimlere karşıyız, başka türlü olamaz” diyerek aslında yol açan bir haykırışı vardı.[7] “Türkiye edebiyatı”nın hastalığına 1970 yılı itibariyle teşhis koymaya çalışan uzunca bir alıntıyla devam edebiliriz:

“Bugünkü Türkiye edebiyatı geri kalmış bir edebiyattır. Çünkü Türkiye insanının çağdaş gerçekliğini ifade edememektedir. (…) (G)eri, bu yüzden de gerici edebiyatı belli başlı iki grupta toplamak gerektiği kanısındayız. Bunlardan birincisi sağcı, idealist, düşüncenin uzantısı kokuşmuş bir edebiyattır ve düzenle bütünüyle uzlaşma halindedir. Bir de gerici gibi görünmediği halde gerici olan bir başka edebiyat vardır ki, bu da kendini hayatta yenileyemeyen, hayat tarafından eskitildiği için gerici olan edebiyattır. Bugün hâlâ egemenliklerini sürdüren ‘sanatçıların’ Türkiye’deki devrimci mücadeleye pasif tutum takınmaları bizim edebiyat alanındaki devrimci mücadelemize hız vermiştir.

Biz bu pasif tutuma karşı tepkiyiz. Yeni şartların, devrimci mücadelenin bir sonucuyuz.

Halktan uzaklaşmış, onun değerlerine yabancılaşmış olan bir sanat ister istemez emperyalizmin aleti olmak zorunda kalacaktır. (…)

Halktan alacağız ve sanatımızla halkın diri yanlarını uyarmaya çalışacağız. (…)

Karşı olduğumuz, dergileri doldurdukları için de başat gibi görünen şiir ve edebiyat anlayışının ilerici olmak bir yana iyi olma niteliğini de taşımadıkları kanısındayız.

Şair artık yaşayan, dünyaya ‘müdahale’ eden bir kimsedir. Toplumcu şiir ülkemizde yıllardan beri namuslu insani değerlerin savunusunu yapmıştır. Ama N. Hikmet ve A. Arif dışında büyük boyutlara ulaşmış değildir. Kaldı ki bu iki büyük usta da kendi dönemlerinin şairidirler. Dünyaya bakışları günlerinin gerekleriyle ilgilidir. (…)

Bu yüzden bizim şiirimizi önceki toplumcu şairlerin şiirlerinden ayrı bir yerde düşünmek gerekir. (…)

Bizler sanatçı kişiler olarak, insanları insan varlığının olumlu değerleriyle kaynaşık kılmak; bir başka deyişle onları hayat karşısında  uyanık kılmakla yükümlüyüz.”[8]

İsmet Özel’in ilk sayıda kendi imzasıyla yayımlandığı yazıda açık bir hedef belirlemesi dikkat çekiyor. “Tanrı Mezarını Isıtsın” başlıklı bu yazıda İkinci Yeni bir şiir akımı olarak görülüyor. Pek de yeni değildir ve en fazla bir oyundur İkinci Yeni genç devrimciler için:

“Batı’nın Dadacı, Gerçeküstücü akımlarının büyük ölçüde etkisinde kalan (…), Rimbaud, Artaud, Perse gibi gizemci şairlerden yararlanmayı amaçlayan şairlerimiz, yazarlarımız içinde bulundukları  topluma ve edebiyat geleneklerine sırt çevirerek zaten düşük bir kültür düzeyine  sahip ülkemizde bir oyuna giriştiler. [9]

Genç İsmet buradan erken bir sonuç çıkarıyor: Devrimci bir adım atılabilmesi İkinci Yeni’nin aşılmasına bağlıdır. İsim babası Muzaffer İlhan Erdost’un bir akım değil, daha çok belli bir dönemde yazılan geniş açılımları olan bir şiir olarak nitelediği İkinci Yeni, 60’ların genç devrimci şairinin önünde bir engeldir.[10] Burada önemli olan, şudur: Kendi şiirini de, sonraki yıllarda yaptığı açıklamalarda İkinci Yeni birikimi üzerinde kurduğunu gizlemeyecek olan Özel, ki bunu görmek için ilk şiirlerine bir  göz atmak yeterlidir, devrimci bir hırsla arkasına içinden çıktığı mekânı almaktadır, daha doğrusu içine doğduğu toprakların, düzenin ve mevkinin, hakkının verilmemesinden yakınmaktadır. Bir ittifak sıkıntısı ya da ihtiyacı olarak alınabilir ve birkaç yıl sonraki yer değiştirme eyleminin habercisi sayılabilir. Bu, “Yaşatan” şiirinin ve “Ben halka bakınca terlenirim” dizesinin sağlamasıdır da ve İsmet Özel poetikası içinde elbette tutarlıdır. Yer yer çok ağır haksızlıklar da içerse, bu öfkeyi ve destek arayışını anlamlandırmak zor değil. “İkinci Yeni şiirini hafifsediğim bilinsin” diye yazarken, açık yüreklidir.[11] Özel’in yazısından uzunca bir bölüm şöyle:

“Beyinleri ülkemizin geleneksel kültüründen hemen her aydınımız gibi kopmuş ama Batı kültürünü de sağlam bir yerinden yakalayamamış durumda idi. Bu da sonuç olarak onları toplumdan, hayattan ve insan sorunlarından uzaklaştırdı.

…Türk şairi … ya Turgut UYAR gibi toplumun tutucu-gerici safında yer alıyor, ya Cemal SÜREYA gibi niteliksiz bir anlama bel bağlıyor ya da Edip CANSEVER gibi bir şiir fetişisti olup çıkıyor.

(…) İkinci Yeni şiir akımı ve bunun hikâyedeki uzantısı edebiyatımızı için bir yüzkarası değildir. Tersine gerek şiirin gerekse hikâyenin anlatım olanaklarını çoğaltmış, dilimizin inceliklerine eğilmemizi hızlandırmış, Cumhuriyet edebiyatımızın yabancısı olduğu bir duyarlığı getirmiştir.

(…) (B)u tür şiir bir düşüncenin uzantısı değildir. Kasıtlı bir dünya görüşü yoktur. Bir edebiyat yazısının sanat eseri olabilmesi için bir düşünceden kök alması, bir düşünceye arttığı şu dönemde  zorunludur bence.

(…) İkinci Yeni şairleri ‘küçük şair’lerdir. Mevlâna’nın yaşadığı ülkede toplumun atardamarı, vicdanı olamamışlardır. (…) (O)kuyucularını hor görmüşlerdir. Bunda belki haklıdırlar da. Çünkü bilginin ve bilme isteğinin arttığı şu dönem söz konusu şairler için çöküş dönemi olmuştur.

(…) (K)endi küçük burjuva özlemlerini yahut gizemci ve hastalıklı eğilimlerini bile güçlü bir biçimde dile getirememişlerdir. Baş eserleri yoktur. Edebiyatımızda bir ‘yöneliş’ olarak kalmışlardır.” 

Devrimci edebiyatçılar hazır buldukları edebiyat birikimine karşı çıkmaya çalışıyorlar, fakat büyük ölçüde de onu üstlenme çaresizliği içindedirler. Reddiye radikalizmi ile mirasa sahip çıkma ateşi birbirini bir biçimde dengelemek zorundaydı. Ancak böyle hasarlı hesaplılığın gerçek bir kopuşu zedelememesi, hatta olanaksız hale getirmemesi de mümkün değildi.

Niçin? Ülke halkının genel kültür düzeyinin çok düşük olması nedeniyle, o birikimi yükseltecek/yükseltmiş her kültürel hareketi veya kültür insanını desteklemek mi gerekiyordu?

Genç İsmet böyle bir çerçeveden bakıyordu.

Halkın Dostları’nın ilk sayısında ilk imzalı yazısı “Tanrı Mezarını Isıtsın” ile bir savaş ilan etmesinin ve burada da bir şiir akımı olarak tanımladığı İkinci Yeni’yi hedef almasının bir nedeni olmalı. Özel, bu şiire “Neresi yenidir?” diye sorma hakkını görüyor kendinde. Genç ozan için ortada bir oyun vardır.

Askerden yeni sayılabilecek bir süre önce gelmiş, üniversitede muhtemelen yeniden öğrencilik arayışı içinde olan bir devrimci, hazır bulduğu edebiyata büyük bir reddiye söylemiyle yaklaşıyor. Gerçi iki ismi, Nâzım Hikmet ve Ahmed Arif, kenara özenle ayırarak yapıyor bunu, fakat müktesebatı büyük ölçüde de üstlenmek zorunda kalıyor. Bu çelişkili arayışın bir çaresizlik sendromu içerdiğini düşünmek zorundayız. Reddiye radikalizmi de nüansa sahip çıkma ateşi de hasarlı ve hesaplıdır. Bu hesaplılığın gerçek bir kopuşu zedelemesini normal karşılamak gerek.

İsmet Özel’e göre, ülkenin kültür düzeyi düşüktür ve bununla bağlantılı düşünebileceğimiz gibi, İkinci Yeni ile geleni pek tutmadığını açıkça ilan ediyor. Daha doğru bir ifadeyle, İkinci Yeni ile gelen olanakların fazla önemsenmemesi gerektiğini düşünüyor. 1950’lerden gelip 1960’lardaki büyük toplumsal gerilim ortamında sahneye çıkan şiirde bir kasıt eksikliği saptıyor. Oysa bir kasıt ihtiyacı vardır, biz bunu toplumsal duyarlılığın artmasından ve sosyalizmin hızla genç dimağlara girmesinden de anlayabiliriz. Sorun, Özel’in, kasıt eksikliğini bir düşünce yokluğu teşhisine bağlamasındadır. Başka şeyler bir yana, burada kendisine, kendi şiirine yani, bir yer açmak zorunda olduğunu görüyor.

Ona yer açmak için sınır belirlemek zorundadır. Sınır? Öyle. Sonuçta çok yakın, hatta iç içe coğrafyalar veya olgular, düşünceler için sınır, bir gerekliliktir. Yoksa birbirlerine benzerler veya birbirleri olurlar; farkları göremeyiz. Uzaktakilerle veya benzemezlerle araya mesafe koymak gerekmez.

Genç İsmet’e bakarak söyleyebiliriz: Sınır koyma duyarlılığı, bazı insanlarda doğumla gelen bir yetenek olmalı; öğretilir/öğrenilebilir bir şey değildir. Doğal olarak ilgili kişide vardır veya yoktur. İsmet Özel henüz tam gerekçelendiremiyor, ama araya bir sınır koyma ve hasım ilan etme konusunda kararlıdır. İkinci Yeni ile gelen şiirin 1960’lardaki yükselişin altına girebilecek kıratta olmadığını, çünkü güçlü bir dil kuramadığını düşünüyor. Toplumun aştığı bir şiir karşısındayız. Devam edelim:

“İkinci Yeni aşılmış mıdır? (…) (Y)alnızca bir tekniktir. Getirdiği değerler edebidir. Bu değerler için aşmak değil edinmek deyimini kullanmak gerekir. (…) İkinci Yeni getirdiği insanî değerler bakımından aşılmış mıdır? Evet aşılmıştır. Ama şairler ve edebiyatçılar tarafından değil, toplumun canlılığı tarafından, hayat tarafından çiğnenip geçilmiştir. (…)

Önümüzdeki şiir kavga şiiridir. (…) Cılız bireysel küskünlüklerin değil, kalabalıkların, aşk ordularının, militan koroların şiiridir. Doğmakta olan Türk şiiri ve edebiyatı halkın ve halk değerlerinin ilerlemesine ve yücelmesine koşuttur. Kendini dünya halklarının yarattığı kültür bütününün mirasçısı saymaktadır. Türk edebiyat geleneği bu alanda özel bir yer tutuyor. Bu hesabın içine iyi ve güzel yanıyla her şey -İkinci Yeni bile- giriyor. (…) İkinci Yeni günümüz şiiri değildir. Geride kalmıştır. Edebiyat tarihçileri için ilginç bir konu olacağı kanısındayız.”[12]

Edebi gelişmenin toplumsal gelişmenin gerisinde kaldığı kanısındadır genç şair. Aynı günlerde 12 Mart darbesini hazırlayan sağcı Orgeneral Memduh Tağmaç’ın, “sosyal uyanışın ekonomik gelişmeyi aştığı” yolundaki saptamasının izdüşümünü görüyoruz. Toplumsal gelişme, edebiyatı eskitmiştir, tersi olması beklenirdi sanki. İsmet Özel, gerçekten de o noktadadır. Şairin toplumsal uyanışı hızlandırması, hiç değilse o gelişmeye paralel bir zenginleşme göstermesi gerektiği kanısındadır. Hegel’in ilahiyatçı ve felsefeci Friedrich Immanuel Niethammer’e 1808’de gönderdiği bir mektubunda farklı bir çerçevede yazdığı şeylerin takipçisi gibidir: “Ist erst das Reich der Vorstellung revolutioniert, so hält die Wirklichkeit nicht aus.” (Fikir krallığı bir kez devrimcileşti mi, gerçeklik bunun karşısında duramaz.) Düşünce, fantezi, imajlar imparatorluğunu temsil eden şiirin devrimcileşmesi üzerindeki ısrarı, genç marksist İsmet’i, bu aforizmayı kaleme aldığında 38 yaşında olan Hegel’le paralel bir endişeye sahip olduğunu gösteriyor. Marx’ın da bu önermeyi içerdiğini, ancak onu ayakları üzerine oturtarak, fikirler krallığının somut gerçeklikteki (mekândaki) değişimlerin karşısında duramayacağı saptamasını öne çıkardığını biliyoruz.

Elbette başka türlü de söyleyebiliriz: İsmet Özel, 1970 itibarıyla hayatın, getirdiği insani değerler bakımından da İkinci Yeni’yi eskittiğinden emindir. Sosyal uyanışın gerisinde bir edebiyatla karşı karşıya olduklarını düşünüyor. İkinci Yeni şairi, toplumsal gelişmenin gerisinde kalmıştır madem, genç Özel’in korkusu şudur: Bu gerilik, o uyanışı, canlanmayı geriye çekecektir. Biz, bir uzun adım daha atabiliriz: Özel’in eksik bulduğu ve gerekirse pencereden atmaya hazırlandığı bütün bu şiirsel değerler, yeniden edebiyata egemen olacak, genç İsmet’in anlatıp savunmaya kalktığı halkçı değerler 80’lerden itibaren adım adım kapı dışarı edilecektir. Gerekçe olarak da, yeni dönemin insanlarını gereğince dile getiremediği bu toplumcu/halkçı değerlerin gelişmemişliği öne sürülecektir. Biz, bunu antikomünist bir halk karşıtlığı olarak görebiliriz. Ancak etnik veya dinci bir histerinin değil, liberal ve Batı’ya hayran bir “yeni inceliğin” karşısındayızdır. Geri ve gerici, ancak üzeri tuhaf bir ilerlemecilik kumaşıyla perdelenmiş liberal bir inceliktir bu. Böyle bakınca, genç İsmet’in 1970 yılında, sanki 10 yıl sonra sökün edecek bir edebiyata karşı önceden zırhlanmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Görüyordu belki de “yaklaşmakta olan”ı…

Büyük bir hesaplaşma sahnelemekte kararlıdır İsmet Özel ve büyük bir kapıyı paramparça edebileceği konusunda tarihin ve toplumun kendisine el verdiği inancındadır. Tarihsel birikimden ve ışımaya başlayan bir toplumsal uyanıştan ruhsat aldığını düşünüyor. Böyle bir sahnede, açmaya çalıştığı ve açılmayacağı için de belki parçalayacağı kapı İkinci Yeni adını taşıyor.

Buradan hareket edersek, bu öfkeye ve birikime bakınca, Yordam dergisinin bir görev devir-teslim işlemini kendi yayınına son vererek yerine getirdiğini söyleyebiliriz. 1970 yılı başında artık Yordam yoktur. İsmet Özel ve Halkın Dostları, Yordam’ın o haliyle artık eksik ve yetersiz kaldığı düşüncesindedir. Ayrıca, Yordam’ın içerdiği “edebiyat içi” devrimci arayışın Halkın Dostları ile aşılarak sürdürüleceğini ve topluma mal edileceğini düşünüyor da olabilir. Döneme ve Halkın Dostları’ndaki genel havaya baktığımızda, bu çok da ters gelmiyor.

Bir başka konu daha var.

Halkın Dostları, kurucu gençlerin pek farkında olmadığı bir tarihsel şahsiyetin programatiğini yaşıyor gibidir. Antonio Gramsci’nin çizgisinde hareket etmekteydiler. Bunu, o zamanlar da gerilek bir pazarlamacı kafasına sahip Murat Belge’ye bağlayamayız. Gerçi o da 20’lerini sürmektedir ve İngilizce konuşulan marksist dünyadaki tartışmalardan Gramsci’yi duymuş olduğu düşünülebilir, ama yine de böyle analitik bir kafaya sahip değildir, “kerameti kendinden menkul” bir ithalat acentası olarak modanın yayılmasını bekleyecektir. İsmet Özel ise yerli bir ihtiyaçtan hareketle o haritaya girmiş sayılır. Ataol Behramoğlu Paris’tedir ve komünistlerle içli dışlıdır. Onun da Gramsci notlarının farkında olduğunu düşünebiliriz. Ancak bütün bunlara rağmen ve İsmet Özel nedeniyle, Halkın Dostları, kendi duyarlılığı, yerli arayışlarıyla böyle bir yola Avrupa’daki tartışmalardan bağımsız olarak girmiş kabul edilmelidir.

Biliniyor: Antonio Gramsci’ye göre, kültürel hegemonya için verilmesi gereken kavga, siyasi iktidar için verilen kavganın bizatihi kendisidir. Üzerinde ısrarla durduğu bu konuyu Mussolini zindanlarında ölüme terk edildiğinde tuttuğu notlarla (“Hapishane Defterleri”) sonraki kuşaklara bırakmıştı. Halkın Dostları ve İsmet Özel, tam da bu yoldadır.

Ancak bu yolun ne büyük tuzaklarla dolu, daha doğrusu “süslü” olduğunun henüz ne savaş sonrası Avrupa’sında ne de faşist darbe öncesi Türkiye’sinde pek fark eden yoktu. Fark edenler de bir savaş cephesi açamamıştı. Dolayısıyla hakkını verememişti.

Kültür savaşımının iktidarın ele geçirilmesi sürecinde kadro yetiştirilmesi ve halkın ikna edilmesi için önemi büyük. Bu, kadroların ve toplumun zihin haritalarının değiştirilmesi, bunların doğru bir hatta konuşlandırılması açısından çok önemli. Sosyalist bir iktidar yürüyüşünün en önemli parçalarından biri. Belki de, bilinçle doğrudan ilintili olduğu için, en önemli parçası. Durduğunuz açıya, projektörü tuttuğunuz yere bağlı.

Halkın Dostları’nın açıkça bir siyasi iktidar arayışı içinde olduğunu görüyoruz. Devrimci bir iktidarın eşiğinde olunduğu duygusu dergiye sinmiştir. Bunu bozan, başından itibaren Murat Belge’dir ve İsmet ile Ataol’un tam karşısındadır.

Derginin geçmişle ilişkisi sadece bu değil. Gramsci yoktur henüz, ama Sabahattin Ali vardır. Yerelliğin içerdiği entelektüel isyanlardan hareketle kendine bir yol çizmeye çalışan derginin nasıl bir enerji aradığına yönelik göstergeler çok açık. Bunlardan biri, daha ikinci sayıda, bir başyazı gibi Sabahattin Ali’nin imzasıyla çıkıyor. “Namuslu olmak ne zor şeymiş” başlıklı bu küçük yazı da bir manifesto gibidir. Namussuzların arasında ve onlara rağmen halka bağlı kalmanın, namuslu olmanın bir şiddete konu edilmek, hedefe oturtulmak anlamına geldiğini hatırlatan bir alıntı bu:

“Bir gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlardan olmak istemedik. Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer!”[13]

Geçmişle kurulan ısrarlı ilişkiye somut bir örnek gerçekten de. Halkın Dostları, ömrü çok kısa süren Alibaba dergisinin 25 Kasım 1947 tarihli ilk sayısından yaptığı bu alıntıyla, koordinatlarını belirlemiş oluyor. Bunun bir tesadüf olmadığı açık. Gençler Halkın Dostları’nın ilk sayfasında üstelik Sabahattin Ali’nin çizgilerle portresi eşliğinde “ölümünün üzerinden 22 yıl geçtiği”ni de hatırlatarak birçok çevreye bir mesaj iletiyordu. Sadece devlete değil, Türkiye soluna da bir mesajdı bu, ki Ahmed Arif’in korku yüklü açıklamaları, biraz da sol içi hesaplaşmalardan kaynaklanıyor olmalıydı.

Ancak ortada bir cüret var. Halkın Dostları’nın 2’nci sayısında İsmet Özel, ünlü “Mazot” şiirini yayımlıyor:

“yürü yangınların üstüne, kendi alevini de getir

çarpıntısız dakikası olur mu devrimcinin

ki

ölüm

her yerde uyanıktır

alestadır korkunun yardakçıları

(…)

dikkat et hiçbir şey ıslatmasın namluları.”

Türkiye’nin o döneminde bu şiirin bir gereksinim olduğunu düşünebiliriz. Zamanın ruhuna uygundur. Daha doğrusu, mekâna uygundur. İki mesele: Bir, bu şiir sonraki devrimci kuşaklar üzerinde, bu duyarlılığı ve hatta sözcükleri kopyalayarak şiiri öldürtecek kadar etkili olmuştur. İki, bugün “dikkat et hiçbir şey ıslatmasın namluları” diyen bir devrimci şairin dışarıda bırakılması çok zordur. Neden mi?

Mazot şiiri, yazarı ne düşünürse düşünsün, yükselen devrimci harekete, örneğin Mahir Çayan ve Deniz Gezmişlere yazılmış, onları hazırlayan ve hatta “onurlandıran” bir şiirdi. Bunu sadece içindeki somut göndermeler (“namlular”) nedeniyle söyleyemeyiz. Kurduğu çerçeve, yerinde duramayan ve devrimci halkın iktidara gelmesi için haykıran bir öfkeli gencin sabırsızlığına ve halk sevgisine övgüdür. Bekleyicilik, öfkenin müsekkinidir ve İsmet Özel’in buna tahammülü yoktur. Bu duygusunu Ataol Behramoğlu ve Nihat Behram’ın paylaşmadığını kimse söyleyemez. Diğer imzaların ise pek büyük bir önemi yok. Noktalama işaretlerinin hemen hemen hiç kullanılmadığı bu “1970 şiiri” içerik olarak Halkın Dostları macerasındaki İsmet Özel şiirinin de özeti kabul edilebilir. Yalnız değildir, dedik. Gerçekten de Ataol, bir sonraki sayıda “Yeni Bir Şarkıya” başlıklı şiirini “İntihar mı etsem, bir toplum polisi mi öldürsem yoksa…” dizesiyle bitirirken, dönemin, daha doğrusu mekânın (maddi gerçekliğin) basıncı ve özgüveniyle hareket etmekteydi: Siyasi iklim adeta “Mazot” ve “Yeni Bir Şarkıya” şiirlerini “ısmarlıyordu”.

Halkın Dostları’nın 3’üncü sayısının kapağında ve başyazısında Ahmed Arif var. Nihat Behram’ın yazısı. Bu nüshanın son sayfasında da “Dergilerde Halkın Dostları” başlığıyla Varlık, Papirüs ve Yeni Dergi’de çıkan eleştiriler göğüsleniyor:

“İkinci yeni duyarlığı çökmüştür. Gitgide gericiliğe sapmakta, yozlaşmaktadır. Bu soluk benizli, cılız, kapanık, mızmız şiire karşı; biz açık yürekli, canlı, güneşli bir şiirle geliyoruz.”

Yeni Dergi’de, bugün pek kimsenin hatırlamadığı M. Öneş imzalı yazıdaki şu ifadeler, Halkın Dostları için bir yanıt vesilesidir:

“Genç kuşak İkinci Yeni’nin egemenliğine son vermek için daha verimli olmak zorundadır. Yılda bir iki şiir yazdıkları sürece seslerini geniş çevrelere duyurabileceklerini sanmıyorum.”

Yıllar, çok yıllar sonra bu yazarın baltayı daha o zaman taşa vurduğu iyice ortaya çıkacaktır. Bugün hâlâ İsmet Özel, Ataol Behramoğlu ve Nihat Behram var, ancak M. Öneş (Mustafa Öneş), bazı aşırı ilgili okurların dışında pek kimsenin malumu değil. Başka türlü de söyleyebiliriz: Korkaklardan, Yeni Dergi’den ve İsmet Özel’in temsil ettiği öfkeye itidal ve daha çok şiir üretimi tavsiye eden M. Öneş’ten geriye, terbiyeli edebiyat tarihimizde boncuk aramaya meraklılar dışında, kimse için pek bir şey kalmış değildir. Bu “Yeni Dergi memurunu”, hatırlayan bile yok. Fakat yolları çok ayrı olsa da, Halkın Dostları’nın yükünü ve önünü çeken üç isim, İsmet Özel, Ataol Behramoğlu ve en gençleri Nihat Behram, hâlâ sanat ve siyaset âleminde kendilerinden söz ettirmeyi, sahnenin içinde olmayı, elbette kendi dünya görüşleri doğrultusunda, sürdürüyorlar.

Zaman geçiyor. Çünkü mekân dediğimiz şey, dışımızdaki maddi gerçeklik, değişiyor ve böyle bir yerleşiklikte, mutedillerin, eyyamcıların, günün gereklerini yerine getirenlerin öldüğünü, edebiyatta su başlarını tutmuş da olsalar, daha o günlerde Nâzım’ın “çünkü ölüm vurdu damgasını” dizelerini  hatırlatırcasına silinmeye başladıklarını, fakat zamanla Türk edebiyatının da oligarkları haline geldiğini görüyoruz. Yeni Dergi, Halkın Dostları’nın bir karşı kutbu olarak 12 Eylül sonrası Türk edebiyatının prototipiydi. AKP Türkiyesi’ni ve edebiyatını hazırlıyorlardı. Memet Fuat bir “eylülist peygamber” olarak Türk edebiyatına 1980-2023 darbesini hazırlayanlardandır. Etkisi ve hatta damgası bu yönde olmuştur. 1980 sonrası yayılan edebiyatın semirmiş memurlarının çeşitli renkleriyle birer Memet Fuat yetiştirmesi olduğunu düşünebiliriz

Bugün öfkeli ve yetenekli, fırlak zekâlı gençlerin değil, solculuk fake’i atan yaşlı işbirlikçilerin mahfilindeyiz. Yani, geçen yarım asrı aşkın bir sürede çok daha etkili ve mekânı yıkıcı bir tepki, yeni ve aşkın bir Halkın Dostları deneyimine tanık olmuş değiliz.

Ancak Halkın Dostları dergisinin önemi sürüyor. Derginin 4’üncü sayısının kapağında Mobil resim yarışmasına tepki var. Barikat arayışındaki şiirin ve şairlerin böyle bir tepki göstermemesi tuhaf olurdu. Ama bunun kadar önemli bir başka vurgu Ataol’dan gelen ve İsmet’i destekleyen yazıdır: “İkinci Yeni Duyarlığı” kadar “Mekanik Toplumcu anlayışa” da karşı olduklarını hatırlatan Behramoğlu, Özel’e destek vermektedir:

“(…) ‘İkinci Yeni Duyarlığı’ denebilecek bir ortak duyarlıkta birleştikleri kanısındayım. Bireycilik, gizemcilik, kapalılık, çapraşıklık (muğlaklık), siniklik, edilgenlik (pasifizm) gibi temelini idealist dünya görüşünde bulan bir takım özelliklerin oluşturduğu bir duyarlıktır bu.[14]

Bu alev alev sayıya, İsmet Özel, Kavafis’ten çevirdiği 3 şiir  dışında, asıl önemlisi, “Şair Arkadaşlarla” başlıklı bir yoğun yazıyla katkıda bulunuyor:

“Son on yıl ülkemiz aydınlarının sosyalist bilinci edinme çabasının hız kazanması, topluma değgin bilimsel kitapların ilgi toplaması dönemi olmuştur. Ama bu sevindirici olay önceleri burjuva değer yargıları ve sanat katında bireyciliğin yüceltilmesinin baskısı altında aydınlarımızın (Marxçı bilgileri birdenbire sindirememenin etkisiyle) ya sanatla bağlarını koparmalarına ya da sosyalizan edebiyatı (iyi-kötü ayıklamasına vakit bırakmadan) kabaca yüceltmelerine yolaçtı.

Yetişme döneminde kendini sosyalist mücadele içinde bulan arkadaşlarımızın bir yandan edebiyata duyulan ilgisizlik (ki haklı nedenleri de içermektedir) öte yandan ‘kötü solcu edebiyat’a duyulan ilginin etkisi altında şiir yazdıkları kanısındayım. (…) Yani Nazım Hikmet’in ülkemizin kültürüyle bağı ve buna katkısı görmezlikten gelinmekte, onu basit bir ‘ajitatör’ derekesine indirgemek eğilimi belirmektedir.

Türkiye (…) ‘şiir yazmanın’  çok yaygın olduğu bir ülkedir. (…)

Geçmişten alınacak her şeyde durallık, sınırlılık, daha cesur bir deyimle kötülük (de) vardır.

(…)

Bırakın burjuva kalem efendileri iğneyle kazdıkları kuyularda oyalansınlar, bırakın sözde sosyalist tellâllar halkı hor gördükleri için sanatta ilkelliği savunsunlar. Yapılacak iş halkı zafere götüren yüceliği dile getirmektir. Bu yüceliğin alanı sınırsız, yolları sayısızdır.”[15]

Bu, kuşak içi sesleniş, sosyalist yönelişin genç kitlelerde yankılanmasının, eğer müdahale edilmezse  olumsuz sonuçları olacağına işaret ediyor. “Sol arabesk” bir yönelime karşı daha baştan önlem almaya çalışan bir duyarlılık görüyoruz. Siyasallaşan kitlelerin ve gençlerin kötü solcu bir edebiyat geliştirdiği, ona yöneldiği kaydedilen yazıda, şiirin ajitasyon anlamına gelmediğine vurgu yapılıyor.

Tamamlayıcı bir köstek de, Türkiye’de çok fazla şiir yazıldığı doğrusudur. Bu kolaylık geçmişin taşınmasını kolaylaştırmaktadır. Fakat İsmet Özel, henüz daha yolun başında diyebileceğimiz yaşlarda geçmişin kötücüllüğünü fark edebilmiştir. Geçmişe müdahale edilmezse, oradan miras olarak “durallık, sınırlılık ve kötülük” kalacaktır. Bu miras, çağın gereksinimlerine, Türkiye’nin ve halkın, elbette de edebiyatın taleplerine yanıt veremeyecektir. Özel’e göre, “sosyalist tellallar” sadece sanatı değil halkı da hor gördükleri için, şiirde kötülüğün önünü açmaktadır. Sanatta ilkellik eğilimi, sosyalist siyasette dizginleri ele geçirmiş bulunuyordu. Bu eğilimin günümüze kalınlaşarak geldiğini söylemek mümkün.

Halkın Dostları’nın 5’inci sayısında ilk sayfadan İsmet Özel imzalı “Kültür Üzerine” başlıklı bir yazı var:

“Emperyalizme karşı mücadele yalnızca mali sermayenin egemenliğine karşı yürütülen soyut bir savaş değil, yeni ve haklı bir dünya kurmanın, insanlığın doğa ve toplum yasalarını denetimi altına alarak özgürce gelişmesini sağlayacak bir ileri uygarlık düzeyine ulaşmasının mücadelesidir. Öyleyse savaş siyasal olduğu oranda kültürel bir savaştır.

(…) İlk olarak, üstyapı, belli bir toplumun iktisadi temeli tarafından o temeli sağlamlaştırmak, korumak, sürdürmek için yaratılır. (…)

Üstyapı belli bir sınıfın eseridir. Kültür ise belli bir sınıfın olduğu kadar toplumun genel gelişmesinin de oluşturduğu bir bütündür. (…)

Üstyapıdan sayılmayan dilin, tam olarak üstyapıdan olmayan kültürden ayrıldığı nokta, dilin, bütün toplumca yaratılmış, geliştirilmiş olması ve bütün sınıfların toplumsal ürünü oluşu, kültürün ise sınıflı toplumlarda boş zamanı olan egemen sınıflarca daha çok geliştirilmiş oluşu, böylece kültürel egemenliğini öteki sınıflar üzerinde kurabilme olanağına sahip olmasıdır. (…)

Demek ki kültürü sınıflara bağlı, ama tam olarak üstyapıdan olmayan bir toplumsal bilinç verisi saymamız gerekiyor.”[16]

Henüz oldukça mütevazı bir okuma dağarcığına sahip, ancak bu okuduklarından azami, hatta şaşırtıcı zenginlikler çıkarabilen bir genç ozan karşısındayız. Sosyalizmin temiz havası sayesinde birçok şeyin farkına çok erken varabildiği bu yazılarından da belli olan İsmet Özel, manifesto sunmaktadır adeta. Yazılarında özellikle dilin toplumsal önemi üzerinde yoğunlaştığı gözleniyor. Dil üzerinden sadece edebiyatın sınırlarını gözden geçirmeyi önerdiğini söyleyemeyiz, asıl önemli olan, belli sınırlar içinde bir siyasal düzen ve rejim değişikliğine işaret etmesidir. Gerçekten özel bir yetenekle karşı karşıyayız. Fakat bunu, kişisel niteliklerinden çok, onlar var elbette, ama içinde hareket ettiği sol tablonun açtığı fikir kanallarına bağlamak daha doğru olur. Ne kadar eleştirilirse eleştirilsin, sosyalizm ve/veya sol, insanın akıl çemberini büyük bir hızla genişletiyor, akla konulan sınırları geçersiz ilan edebiliyor ve genç yeteneklerin önündeki engellerin ortadan kalkmasını kolaylaştırıyor. İsmet Özel’in, daha çok erken yaşlarında, dil ve edebiyat kavgasının bir siyasal iktidar kavgası olduğunu anlayabildiğini görüyoruz.[17] Siyasal mücadeleyle edebiyat ve dil üzerine yürütülen kavgalar arasında böyle bir işlevsel bağımlılık var. Özel’in kafası, bu örtüleri kaldırabilecek bir uçarılık da içeriyordu.

Sağın zincirlerini kolay kırabildiğini belirtmekle yetinemeyiz. Atılan başka adımlar da var. Örneğin sol içindeki yanılgılara özel bir önem verdiğini gözleyebiliyoruz. Özel, bu yanılgılara, artık ne kadar yanılgıysalar, son vermenin önemini de örneklemiş oluyordu. Ahmed Arif polemiği böyle bir şey.

Nitekim Halkın Dostları’nın 6’ncı sayısında da yine ilk sayfadan İsmet Özel “Kültür Üzerine (II)” ile devrimci mücadelenin bütünselliğine işaret ediyor:

“Hele devrimci kültür mücadelesini -doğal ve zorunlu olarak- emperyalizme karşı iktisadi ve siyasi alanda yürütülen kavganın bir bölümü olarak düşündüğümüzde ideolojik propaganda ile kültürel çalışma arasına çekeceğimiz çizgi bizi çok düşündürecektir. (…)

Sosyalist dünya görüşümüz açısından devrimci kültür mücadelesinin uğrayacağı yanılgıları görmek, göstermek durumundayız. (…)

Emperyalizmin boyunduruğundan kurtulma mücadelesi veren bir ülkede kültür alanında başlıca iki yanlış eğilimle karşı karşıya geliyoruz. Bunlardan biri, antiemperyalist ve sosyalist mücadelenin daha yüksek bir uygarlık düzeyine ulaşma, yeni bir insan yaratma çabası olduğunu anlamayan ve böylece sosyalizm uğruna verilen kavganın özünü yadsıyan eğilimdir. (…) Devrim öncesinde bu anti-marksist görüş kültürün ve sanatın küçük görülmesi ve HER ŞEY DEVRİM İÇİN sloganı altında siyasi mücadelenin felsefi temelinden kopmuş, insani amacı yaralanmış bir uğraş olarak anlaşılması biçiminde belirir. (…)

(Y)apılması gereken kültürel çalışmaların sosyalist kültürü geliştirmek, yığınlara yaymak ve daha mücadele döneminde bile işçi sınıfı ve müttefiklerinin dünyayı kazanmaya hakkı olduğunu göstermektir. (…)

Lenin (…) yapılacak şeyin ‘Yeni bir proleter kültürün yaratılması değil, Marksizmin dünya görüşü ve proletaryanın kendi diktatörlüğü dönemindeki hayat ve kavga koşulları açısından varolan kültürün en iyi örneklerinin geliştirilmesi’ olduğunu belirtmiştir. (…)

(B)urjuva devrimciliğinin devrimci saflara ‘ulusal kültür’ sloganı ile sızmaya çabaladığını gözden kaçırmamak gerekir. (…)

Hayır, ulusal kültürü bir bütün sayıp onu emperyalizmin düşmanı bir öge olarak kabul edemeyiz.”[18]

Ulusallığın daraltıcı basıncına itiraz ederken, antiemperyalist kavganın bu darlığa mahkûm olmak anlamına gelmediğini anlatmaya çalışan Özel’in, burjuva devrimciliğinin ulusal kültür üzerinden devrimci eğilimleri törpülediğini bu kadar erken fark etmesi önemlidir. Ama daha önemli olan, bunu sosyalist bir kopuş arayışı olarak örgütlemeye çalışmasıdır. Ulusal kültür, eğer emperyalizmin düşmanı değilse, onun ve içerideki acentalarının hizmetine girmeye teşnedir.

Aynı sayıda Ataol Behramoğlu, “Toplumcu şiir üstüne birkaç söz” yazısına “Gerici bir edebiyat kampı var ülkemizde” ifadeleriyle başlıyor ve aslında Özel’in ataklarını tamamlamaya çalışıyor. Hep birlikte bir yol alıyorlar:

“Özgünlük sorunu var bir de. Sanatın en önemli, en temel sorunu da budur belki. Bir şair her şeyden önce özgün bir sese, kendinin olan bir sese sahip olmalıdır. Max Jacob (Karnınıza bir davul yerleştirmelisiniz) gibisinden bir şey söylüyordu genç şairlere. Şöyle de söylenebilirdi bu: (Karnımıza kendi davulumuzu yerleştirmeliyiz.) Özgün bir sese, özgün bir söyleyişe sahip olmayan, buna özenmeyen bir şairi, doğrusu ya, bilimsel sosyalizm bile şair yapmaya yetmez.”[19]

Gerçekten çok açık bir tamamlayıcılık çabası var, ama artık saklanamaz hale gelen farklar da var. Örneğin Ataol, bu gerici kampı solun dışında görüyordu. Nihat Behram da öyle. İsmet Özel için ise bu kamp, etkili bir gericilik olarak solun içinde yer etmektedir. Bunun diğer yaklaşımdan daha akılcı ve gerçeği bugünlere kadar yansıtabilen bir değerlendirme olduğu söylenmelidir. Neden mi? Çünkü böyle bakınca, bünyede çoktan yerleşmiş ve büyüyen bir tehditle mücadele edilmesi gerekecektir. Bu, açık. Gericiliği sol dışı ilan etmek, bir yanıyla, kendi bağışıklık sistemini ortadan kaldırmak anlamına geliyordu. Genç ve devrimci İsmet’in, daha sonra kendine seçeceği yeni dünyadaki yazılarında bu duyarlılığını sürdüren bir titizlikle hareket ettiğini görüyoruz, ancak bu, çok başka ve bu çalışmanın sınırları dışında bir olgudur.

Halkın Dostları’nin 7’nci sayısında Özel’in bir yazısı yok. Fakat derginin kapağından TRT’ye ağır bir salvo var: “TRT sosyalist kültüre kundak sokuyor!” Halkın Dostları gençlerine göre, öncelikle de İsmet Özel’e göre, dönemin özerk ve ilerici TRT’si sosyalist kültüre kundak sokmaktadır; amacı da solu zehirlemektir. Bu sayıda Nâzım’ın ünlü “Putları Yıkıyoruz kampanyası” ve TRT’ye yaylım ateşinin birlikte yer alması önemlidir. Özel’in imzası yoktur, ama sosyalist kültüre yönelik bu evcilleştirme girişimine karşı gösterilen ortak tepki onu da içermektedir:

“Olay besbellidir: Günümüz Türkiyesinde yalnızca Marksist ya da Marksizme yönelmiş, sanat ve düşünce adamları yaratıcı ve yapıcı olabilmektedirler. Öyleyse onların bu zihin gücünü evcil bir ilericilik lehine kullanmak, son çözümde burjuvazinin maşası haline getirmek gereklidir. Umulmaktadır ki eskisi olsun, yenisi olsun bu sosyalist kültüre yönelmiş kişilerden (…) bu ucuz fiyatla kapitalist sisteme intibaklarını sağlamak mümkündür. Ve ne yazık ki biz haykırarak ‘Hayır, mümkün değildir’ diyemiyoruz.”[20]

Halkın Dostları dergisinin 5 ve 6’ncı sayılarında “Kültür Üzerine” yazılarını yayımlayan İsmet Özel, 7 ve 8’inci sayılarda imzasıyla yoktur. Ama dergi tam anlamıyla saldırıya geçmektedir. 7’nci sayının kapağı TRT’nin ödüller üzerinden sosyalist solu kundaklama operasyonlarını mahkûm ederken, bir sınır çekme ısrarının altını çizmiş sayılmalıdır. 12 sayfaya çıkan 8’inci sayıda da birinci sayfayı boydan boya kaplayan “Barikatlara!” çağrısıyla devrimci dönemin gereklerine dikkat çekilmektedir.

Ne oluyordu?

En yakındakilerle araya mesafe koyma eğiliminden “Barikatlara!” çağrısı çıkmıştır. Bunun, yol arkadaşlarının da katılımı ve onayıyla elbette, bir İsmet Özel operasyonu olduğunu söyleyebiliriz. Arka planda feodalizm tartışmalarında takılıp kalmış Türkiye soluna ülkenin gerçek sahibinin kim olduğunu ve sosyalizmin güncelliğini hatırlatan 15-16 Haziran büyük işçi kalkışması vardır. Barikat çağrısı tarihsel bir zorunluluk olarak kendini dayatmış olmalıdır. Önce bu tarihsel çağrıdan bazı alıntılar:

“Halkın Dostları burjuva düşüncesine, burjuva sanatına karşı kurulmuş bir barikattır. Son yıllarda, edebiyat ve sanat alanında azgınlaşan gericilik bu barikat önünde durdurulmuştur.

(…) (B)urjuva düşüncesi bozguna uğratılamamıştır. O, tersine, kaba sağcı, açıkça idealist görünüm altında icra-ı sanat edemiyeceğini anlayıp eskiden de belirttiğimiz gibi karşımıza düzmece ilericilik kimliğiyle çıkmaktadır. (…)

Burjuva kültürünü temsil eden bütün yayın organları Haziran Olaylarını yaratan işçi arkadaşlarımızın doğurduğu umudun üzerine sünger çekmek, toplumu kökünden değiştirecek bu önemli kıvılcımın etkisini sönümlendirmek için birbirleriyle yarışıyorlar. Bu yarışta sözde ilerici edebiyatçılarımız da geri kalmıyorlar.

(…)

Edebiyat ve sanat alanında her türlü gericiliği açığa çıkarıp kökünü kazımak, burjuva aldatmacalarını boşa çıkarmak ve ileri insanlık ülküsünün sözcülüğünü yaparak üstün düzeyde çağdaş gerçekliği sunan sanat ve düşünce ürünlerini ortaya koymak kuşku yok ki Halkın Dostları’nın kaçınılmaz görevidir. (…)

Bu nedenle kültür alanında cephe savaşı vermemiz oldukça güçtür. Halkın Dostlarının bir barikat olması bu yüzdendir. Gün geçtikçe çoğalacak barikatların devrimci eylemin bütünlüğü içinde, emperyalizmi ve işbirlikçilerini yok edeceklerine inanıyoruz. (…)

Ülkemizdeki eylemi ve ideolojisi ile kendine geri dönülmez bir yol açan Marxist sanat anlayışının bugünkü uğrağı Halkın Dostları’dır. (…) Burjuva tellâklarına kahredici darbeler düşünce ve sanat yapıtlarımızdır.”[21]

Halkın Dostları’nın 9 ve 10’uncu sayılarında İsmet Özel yok, ama Murat Belge işgali var. Bu, tarihimizin en kariyerist ve en hesaplı cumhuriyet düşmanı, derginin entelektüel ağırlığını kendi kafasına doğru yönlendirmektedir. Kriz derinleşirken “Eylül” romanı ve Mehmet Doğan’la “Divan şiiri” tartışmaları, bir meşrep olarak Murat Belge imzasını taşıyor. Bunun Halkın Dostları’yla bir doku uyuşmazlığı yaşamaması, İsmet ve Ataol’un ayaklarına basmaması, dergideki devrimci tutumun yaralar almaması mümkün değildir.

Ama daha önemli bir viraj kapıdadır: 1971 yılının ocak ayında Halkın Dostları’nın yeni sayısı ilk sayfadan “Ahmed Arif’e Dostça Bir Açıklama” başlığıyla İsmet Özel’in geniş bir hesaplaşmasına ayrılıyor. Bu sayı tam bir İsmet Özel sayısıdır. Nitekim derginin 5’inci sayfasında da Cumhuriyet gazetesinin kısalttığı bir mülakat var. İsmet Özel’in yanıtlarından oluşuyor, ama bunun belirtilmemesi dikkat çekiyor. Ahmed Arif’ten hareketle bu geniş ve gerçekten devrimci hesaplaşmadan alıntılar şöyle:

“Amacımız edebiyat etrafından dönenen anlamsız tartışmalara kapılmadan devrimci arkadaşlarımızın okuyup benimseyebileceği bir dergi yetkinliğine ulaşmaktı. (…)

Halkın Dostları (…) hiçbir yayın organından, edebiyat öbeğinden destek bulmadı.(…)

Sağımızdaki yazarlarla tartışmaya girmeyi yararlı bulmadık. (…) Sağımızdaki yazarlar derken, Hisar ve benzeri gibi, şiirlerimizi ihbar edebilmek için habire savcı kapısı aşındıran dergilerin yazarlarını değil, bazılarının hâlâ ‘ilerici’, ‘solcu’ saydıkları burjuva şair ve yazarlarını amaçlıyoruz. (…)

Emperyalist ülke şairleriyle aynı düzeyde olmanın pek değerli sayıldığı zamanlarda ikinci yeni şairlerinin ‘kaabiliyetli çömezleri’ arasında Halkın Dostları kurucuları da bulunuyordu. (…)

Edebiyatta (özellikle şiirde) burjuva düşüncesinin kesin egemenliği ile siyaset alanında genel anlamıyla solun ağırlık kazanışı arasında belirgin bir çatışma göze çarpıyordu. (…)

1960’tan sonra aydınlarımızı en çok ilgilendiren konu: Marksizm, düşün ve davranış birliğini en ön plana kor. İkinci yeni şairleri düşünce ve dilekleriyle solda, davranışlarıyla (şiirleriyle) sağda yer alıyorlardı. (…)

Düşünce ve davranış birliği Halkın Dostları’nın varlığının temel nedenidir. (…)

1960 sonrası adı duyulan şairler içinde yer alan Halkın Dostları kurucuları, şiir yazmaya Marksizmi bilmeden başlamışlardır. Onlar aynı zamanda kendilerini,  Marksizmi bilmeden devrimci mücadelenin içinde bulmuşlardı. Kendim için konuşayım: Daha ‘diyalektik materyalizm’in yenir içilir bir şey olup olmadığını öğrenemeden günün en radikal Parti’sinde çalışan bir üye, yine o gün çok dar bir çevreyi içine alan devrimci bir öğrenci örgütünün yöneticisi konumundaydım. (…)

Burjuvalaşmak ilerici olmak anlamını taşıyordu. Eliot’a ulaşabilmek (!) için çaba harcıyorken Nâzım Hikmet karşısında duyduğumuz coşkuyu saklamak gereğini duymuyorduk. Oysa bu şizofrenik bir durumdu. (…) Belki bir dönem (1960-1965) içinde sanat-siyasa ilişkisi üzerine yazılanlar açılıp bakıldığında Türkiyeli aydınların önemli bir bölümünün derin bir biçimde ‘şizofreniden muzdarip’ oldukları görülecektir. (…)

İkinci yeni şairleri şiirlerinin çıkmazda olduğunu anladıkları zaman hastalığın belirtileri iyice su yüzüne çıktı.(…) Marksist yapıtların yaygınca okunmaya başlanması, Nâzım Hikmet’in Türk şiiri üstüne yeniden etkili bir biçimde boşalıvermesi ve bunların nedeni diyebileceğimiz, Türkiye demokratik ortamında solun somut etkinliği ikinci yeni şairlerini kendi geçmişlerinin muhasebesini yapmaksızın (hemen hepsi emperyalizmin çöküş ağrılarını yansıtan bunalım edebiyatına özenmeden önce ‘vatanperver’ bir edebiyat anlayışının içinde idiler) durumu kurtarma, onarma çabasına itti.  Nevzat Tandoğan’ın ünlü sözü onlara ışık tuttu. Çağdaş burjuva şiirinin vardığı yeri anlamazlıktan gelen, genel olarak sanatın, özel olarak şiirin özgün anlatım olanaklarını kavrayamamış mekanik toplumcu eleştiriler karşısında takındıkları anti-sekter tavır, onların içinde bulundukları şizofreniyi derinleştirmekten başka işe yaramadı. (…)

Şimdi de sanki en doğru çizgideki komünistlermiş gibi, sekterizme veryansın ediyorlardı. Sonuç, bugün çöküş dönemi burjuva şiirinin devrimci öze sahip olduğu savını karşımıza çıkarmalarına vardı. Daha halka yakın: daha şizofrenik. (…)

Halkın Dostları kurucuları bünyelerindeki şizofreniyi 1965 yılının başlarında açıkça teşhis ettiler. (…) Bireyci şiir sosyalizm uğruna savaşa düşmandı. Çıkışımız (varoluşumuz) bu hastalığın aşılmasıyla mümkün olmuştur. Düşünce ve davranış birliğini bünyemizde sağladığımız zaman ürünlerimizin yaşayan insanı kavradığını da gördük. (…)

Hiçbir zaman gericiler niçin kötü şiir yazıyorlar diye kızıp köpürmedik. Küçük burjuvazinin bütün şairlerini ‘niçin devrimci değiller’ diye kınamadık. Tersine bazı şairlerin ilerici gibi göründüklerini , temelde  anarşist ve gerici olduklarını, hastalıklı tavırlarıyla daha genç zihinleri çarpıtmaları tehlikesi olduğunu söyledik. ‘Muteber’ şairlerin çöküş halindeki bir sınıfın sesini yansıttıklarını, temsil ettikleri gerici burjuva şiiri karşısında gücünü proletarya ideolojisinden alan, ‘hayatiyeti’ devrimci mücadelenin gelişmesine doğru orantılı bir şiirin savunusunu yaptık. (…)”[22]

Burada söylenebilecek şeyler var. Birincisi, metin, bütün bir 60’ların ve “yaklaşmakta olan” 70’ler bozgununun, bir entelektüel bozgunun adeta bilgisini işlemeye başlıyor. İkincisi ve daha önemlisi, İsmet Özel, bilerek veya bilmeyerek, belki sadece hissederek, solun içindeki “kazıyıcı ve saklı sağla”, yani liberal solun ilk versiyonlarıyla kavga ediyor. Bir cephe açmaya çalışıyor. Böyle bir cepheleşmede, geçmiş her ne kadar kötücül bir yan da içerse, ondan yardım almak zorundadır. Bunun için Nâzım gibi dev bir kurumdan ve 51 tevkifatında eziyet görmüş, ağır darbeler altında çok hırpalanmış üç genç şairin en yeteneklisi Ahmed Arif’ten el almaya çalışıyor.[23] Bu yazı, Ahmet Arif’ten duyduğu hayal kırıklığını ifadeden çok, “Bu yol kapalıymış, anladım!” yazısıdır. Ortada bir yol olmadığını, bir yol inşa etmek zorunda kaldığını somut olarak görüyordu. Ahmed Arif, eski tüfeklerin kitlesel devrimci genç kalkışma karşısındaki korkusunu temsil ediyordu.

Üçüncü ve çok önemli bir konu, ki bugünden bakınca ve görmek isteyince görebiliyoruz, İkinci Yeni şairlerinin bu yazıyla ortaya çıkan tanımıdır. İsmet Özel, liberal solun edebiyattaki gölgesini yakalamıştır. Bir tanım vermeye çalışıyor. Şu formülasyonu gerçekten parlaktır: İkinci Yeni şairleri, tıpkı 70’lerden itibaren sosyalizmi her alanda tasfiye etmeyi başaran demokratlar gibi, “düşünce ve dilekleriyle solda, davranışlarıyla (şiirleriyle) sağda yer alıyorlardı”. Bu keskin ve sorgulayıcı bir sosyalist zekânın ürünü resim üzerine söylenecek çok şey var.[24]

İsmet, Ataol’u da katarak, kendilerinin bu İkinci Yeni ile gelen/gerilen/gelişen şiirin en yetenekli  gençleri (“kaabiliyetli çömezler”) olduğunu hatırlatıyor. İkinci Yeni’den geldiklerini inkâr etmiyor. Ama Halkın Dostları seçimi ve girişiminin bir tepki olduğunu da hatırlatıyor. Tepkisi, gerçekten de emperyalist kendini beğenmişliğe siftinen, ona benzemeye çalışan yerlileredir. Oralarda şişirilen solun genç Özel’de daha o zamanlar büyük bir tedirginlik ve iğrenti yarattığı gözleniyor. Buradan büyük ve son derece sağlıksız bir şizofreni çıkacağından emindir. Sosyalist İsmet, klasik sağı, milliyetçiliği, İslamcılığı, CHP’liliği veya AP’liliği sanki sağdan saymıyor. Bunların kendi başlarına büyük bir tehlike odağı sayılamayacağını, hele edebiyatta hiç şanslarının olmadığını fark etmiş görünüyor. Sorun, solun içindeki sağdır.

Bunların burjuvalaşmanın ileri olmak anlamını taşımadığı uyarısıyla bir ilgisi var elbette. Şizofreni vurgusu buradadır: Eliot’u coşkuyla okurken ve ona benzemeye çalışırken Nâzım’ı coşkuyla alımlamak, İsmet Özel için, eninde sonunda bir şizofreni iklimi yaratacaktır.

Bu görüşleri pratikte nasıl yakaladığını Cumhuriyet gazetesinin sorularına verdiği yanıtlardan çıkarmak mümkün. Gazete yanıtların bir bölümünü yayımlamayınca, bir açıklama yapma ihtiyacı hissedilmiş ve Özel de bu görevi üstlenmiştir. Tepki sert, fakat açıklayıcıdır:

“Ancak metin Aralık ayının sanat-edebiyat ekinde yayınlanınca gördük ki birçok canalıcı nokta yazıdan çıkarılarak düşünce yanlış yansıtılmış, çarpıtılmış ve zayıflatılmıştır. Biz bu hayasız tahrifatı yapanların kendilerine saygısı olmayan bu yüzden de başkalarının düşüncelerini sansür etme yetkisini kendisinde bulan gerici burjuvalar olduğunu biliyoruz. (…)

Türkiye geleneksel Osmanlı düzeninden (buna isterseniz feodal, merkezî feodal, Asya Tipi Üretim Biçimi deyiniz) uluslararası mali sermayenin egemen olduğu toplum düzenine (bu anlamda kapitalizme) büyük ölçüde dış dinamiğin etkisiyle geçmiş bir toplumdur. (…)

Emperyalizmin etkisiyle başlayan bünye değişikliği, edebiyat ve sanat alanına da yansımış, Batıda oluşan akımlar sıra, süre, onları doğuran somut koşullar anlaşılmadan sanatımızı etkilemiştir.(…)

Batıda ‘eski’ gelişerek kendini yadsımış ve ‘yeni’ye dönüşmüştür. Buna karşılık emperyalizmin bozucu etkileriyle gelişen Türkiye toplumunda yeni değerler aynı zamanda yabancı değerler olmuştur. Biliyoruz ki bu değerler iktisadî temelin üstyapı kurumları olarak aktarılmışlardır. Yani bu değerler gerçek anlamıyla yabancı değillerdir. (…)

Gelenek sorununu ülkemizin kapitalistleşme sürecinden bağımsız olarak düşünmek, bu ‘yabancı’ değerleri reddedip, geleneği Osmanlı sanatı olarak anlamak doğru bir yaklaşım değildir. (…)

(D)ivan edebiyatını çağdaş sanatımıza bir dayanak saymak, bugünkü toplumsal düzenin yarattığı dünya görüşünün, divan edebiyatını yaratan dünya görüşüyle taban tabana zıt olduğunu anlıyamamaktan doğabilir ancak.”[25]

İsmet Özel, bu polemiğinde, halk edebiyatından alınacak mirasa vurgunun yanında, her türlü ılımlılık arayışının, egemenlere yaltaklanarak mesafe alma kurnazlığının kökünü kurutabilecek bir saptamayı araya sıkıştırıyor: “Sanat ürünleri birbirlerine eklenerek değil, çelişerek, yadsınarak, aşılarak gelişirler.” Bu, bir savaş ilanıdır. Gelmek istediği yer ise ayrı çağların sanat ürünlerinin neden ayrı olduğunun anlaşılması çabasıdır: “Nâzım Hikmet’in rubaîler, Kıyâmet Sûreleri yazmış olması, aslında rubaînin de, sûrenin de yadsınmasıdır. Öte yandan Ahmed Arif’in sanatı da halk sanatından yararlanmak biçiminde açıklanamaz. Ahmed Arif  halkın değerleriyle, özgün ve aşkın bir şiir yaratmıştır” derken, kendi özgünlüklerinin kabullenilmesi için çağrıda bulunuyor aslında.

Halkın Dostları’nın 14’üncü sayısında İsmet Özel’den “Kötü Şiirler” var. Gerçekten kötü. Bu, artık Halkın Dostları ile arasında bir mesafe koymaya başladığının duyurusu da kabul edilebilir. Dönüşüm sinyallerini  kamuoyu ile böyle paylaştığını düşünme hakkımız var.

Ancak, yol burada bitmiştir. Ağustos 1971’deki 17’nci sayı İsmet Özel’in güzel bir veda şiirine ev sahipliği ediyor. Bütün bir şiir son üç dizeyi hazırlıyor:

“…

bana soru sor artık

beni kurtarma, konuştur

beni yaz geceleri patlayan sağnaklara bağışla.”       

Gerçekten de “Sevgilime İftira” şiirini bunaltıcı bir mücadelede yalnız bırakıldığını düşünen bir heyecanın ve öfkenin adresi belirsiz çağrısı olarak  yorumlayabiliriz:

“…

içimde çalılıkları yaran bir postalın tortusu

benim bu sası karanlığa zorla, zorlayarak

tutuşmuş bir gül sıkıştırmak boynumun borcu

karaysam şimdi öfkenin payı vardır karalığımda

aşktandır titrediğim eğer ki titriyorsam

…”

Bu şiir “Ben artık yokum, gidiyorum bu diyardan” bildirimidir. Kopuşun sondan bir önceki ilanı da diyebiliriz. Altından kalkılamayacağı, ödenemeyeceği anlaşılan çok büyük bir borcun itirafı. 1974’te yayımlanan Amentü şiirine doğru iç yolculuk çoktan başlamıştır. Bu dürüst genç ozan, gidişinin nedenlerini değil, artık bu evde oturamayacağını ilan etme ihtiyacı duymuş olmalı. Aydınlanmacı geçmişinin metafizik yeni coşkusunu ve sığınma duygusunu açıklayamayacağının farkındadır. Bu farkındalığı sonraki yıllarda, geçmişini kusmaksızın her şeyi “orada bırakma” temrinleriyle zararsız kılacaktır. Sosyalizmle açık savaş sloganlarına itibar etmediğini biliyoruz. 1974 ile başlayan İsmet Özel ise sosyalizmin hiçbir şansının bulunmadığı duygusu olarak tanımlanabilir. “Çok özel bir çocukluk yaşadım” diyen yetişkin yorgunlar gibidir artık bu özel yetenek…

İyi de, bu yeteneğin serpildiği alanda başka bir aktör daha yok muydu? Vardı: Ataol Behramoğlu.

Ataol Behramoğlu, Birinci Yeni de denilen Garip şiirini geliştirmek, inceltmek ve aynı zamanda da saflaştırmak, bu amaçla rötuşlamak için yazıyordu. Ataol Behramoğlu şiirinin, bir imge sağanağı veya seli diyebileceğimiz İsmet Özel şiiriyle tamamlayıcı bir bağ içinde olduğunu söyleyebiliriz. Ama bir başka şey daha var: Böyle bir tutum ve çaba, Ataol Behramoğlu’nu büyük edebi kopuşlara karşı aşırı dikkatli ve rikkatli bir denge tutkusuna itiyordu. Behramoğlu edebiyatta ve hatta siyasette de, kendi başına bir kopuşa hiç cesaret edemedi, istemedi böyle bir şeyi, karakteri izin vermiyordu, ama yardıma çağırdıkları yok değildi. İşte galiba o yardıma gelenlerin en çılgını ve coşkulusu, derinlerden korkmayan genç İsmet’ti.

Halkın Dostları’nın iki öncüsünden Ataol Behramoğlu, İsmet Özel’deki büyük yeteneği ve denetimi çok zor enerjiyi erken gördü. Boğucu bir yaz gecesi patlayan sağanaktı gerçekten de İsmet Özel. Aynı Ataol aradan birkaç yıl geçince, 70’lerin ortasında Ahmet Erhan ve Yaşar Miraç gibi riskli sosyalist şairleri de keşfediverdi. Ancak sonraki hiçbir yetenek İsmet Özel ayarında değildi.

Burada önemli olan, Ataol Behramoğlu’nun koku alma ve bulduğu enerjiyi de pratiğe çekme konusundaki yeteneğidir. Keşfettiklerinin ve teşvik ettiklerinin ömrünün kısalığına bir açıklama getirmek gerekmiyor. İsmet Özel gibi Yaşar Miraç ve Ahmet Erhan da özel bir iklimde (içsavaş Türkiye’si) sosyalizmin itibarlı olduğu bir dönemde Ataol’un samimi duyargalarına çarpmıştı. Fakat hep sahneden çekiliyorlardı. Yani Behramoğlu bu özel yetenekleri buluyor, onlara alan açmaya çalışıyor ve sonra da kendi iplerini kendilerinin çektiğine tanık oluyordu. Soğuk Savaş solunun kaderi gibi…

Gerçekten de bu parlak yeteneklerin hiçbiri sosyalizm mücadelesinde kalmadı. Fakat Militan-Sanat Emeği dergileri çizgisine baktığımızda bunların hiçbirinin zaten İsmet Özel’li Halkın Dostları ayarında bir sağanak olmadığını da kabul etmek gerekir. O kendini paralayan ve derinlere tutkun ergen coşkusunu ve samimi saflığı pek tanımadılar. Sözü geçen coşku ve saflık, Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan’dan sonra, 78 Kuşağı da denilen 57’li sosyalizm savaşçılarının, sokaklarda direnenlerin kısmen üstlendiği, paylaştığı duygu oldu. Trajik olan, edebiyatta bunun izdüşümünü göremeyişimizdi.

Halkın Dostları’ndaki İsmet Özel yol arıyordu, hazır bir yol yoktu, bulamadı ve bir yol inşa etmesi gerektiğini çabuk kavradı. Onun yıkıcılığını taşımak istemedi. Herhalde taşıyamayacağını düşündü. Çok başka bir dünyayı seçti, aslında kendini sürgüne mahkûm etti. “Mataramda Tuzlu Su” şiiri böyle de okunabilir. Halkın Dostları sonrasında bulunduğu her yer bir sürgündür İsmet Özel için. Ataol başka bir sürgüne düştü. Bu sürgüne, Halkın Dostları şiddetini reddederek çıktı ve hep dengeci kalmayı seçti.

Fakat ne denirse densin, Halkın Dostları, Türk edebiyatına genç ve devrimci öfkeyi gerekirse zorla, hatta kanırtarak sokmaya çalışan bir jakoben çabadır. Bir entelektüel şiddet prototipidir. Halk sevgisini bu jakoben şiddete kaynak olarak alması, aşırı yan etkilerini dengeleme insiyakından kaynaklanıyor olmalıdır. Bunu bilerek değil, ama bir doğal refleksle yapıyorlardı.

Bütün bunların ne kadar etkili olduğu kuşkulu. Öyle mi? Rusya ve Rusçanın olanaklarından hareketle fırlak arayışlara Batı dilleri içinde de cüret edebilen Boris Groys’u izleyerek, bir edebi çekişmenin değil, bir siyasi iktidar kavgasının ortasında bulunulduğunu, bunu da genç şairlerin iyi bildiğini söyleyebiliriz. Groys, kapitalizmle sosyalizm arasındaki farkın, dilden geçtiğini yazmıştı. Siyaset, araç olarak dili kullanıyordu, ekonomik olaylar ise sözcüklerle değil sayılarla tanımlanıyordu ve anonimdi.[26] Siyaset dille yapılıyorsa, edebiyatın bir parçası ve edebiyatın da siyasetin bir parçası, tamamlayıcı ve ayrılmaz parçası olduğunu düşünebiliriz. Kapitalizmde bir şeylere ancak parayla (sayılarla) ulaşılabileceğini vurgulayan Boris Groys kapitalizmi parayla yıkmanın mümkün olmadığını, onun ancak dille, değişen dille ve ikna gücüyle yıkılabileceğini belirtiyor. Sosyalizm deneyimleri, dilin önemini örneklemiş oldu, Groys’a göre. Dilin böylesine önemli olması, siyaset ile edebiyatı iç içe geçirir gerçekten de. Halkın Dostları bir dil kavgasıdır ve bu nedenle edebiyatın olduğu kadar siyasetin de göbeğindedir. 

Sonuçta ne mi oldu?

Galiba, şu: Halkın Dostları’nı damgalayan genç İsmet, doğup büyüdüğü toprakların yoksul ve dindar halkına büyük bir sevgiyle bağlandı. Yol açmak için didindiği, yıkıcılıktan korkmadığı 10 yıllık yoğun bir çabanın sonucunda, galiba halkı ileriye doğru değiştiremeyeceğini düşündü ve ondaki yerleşik değerleri geriye doğru derinleştirerek bir toplumsal çıkış yolu bulunabileceğine inandı. Yıkacaklarının altında kalabileceğimizi mi sandı acaba? Belki. Bu geldiği “uç”ta yalnızdı. Tanpınar’ın çocukluğunda karlı bir günde dışarıyı seyrederken birdenbire “bir gün kendime rastladım” dediği bir ruh haliyle baş başa kaldı. Bütün bunlar onu belki düşünsel yoksulluktan kurtardı, ama dine ve çok tuhaf boyutlar kazanan bir metafiziğe de mahkûm kıldı. İsmet ilerici bir denge kuramadı. Ama o dengesizlik ve içtenlik, içindeki fırtınayla, boğucu sıcaklarda patlayan sağanaklarla birlikte özel bir katkı yarattı. 1962-1972 mesaisi, diyelim. Bir zirve olarak Halkın Dostları, aynı zamanda bir nokta oldu. Etkisiz kalmadı, dönemini de sarstı.[27]

Sonrası çok başka bir hikâyedir ve o, bu muhteşem 10 yılı konu eden çalışmamızın dışında kalıyor.

Halkın Dostları ile sosyalizme ve devrimciliğe veda eden İsmet Özel, 10 yıllık inanılmaz mesaisiyle ve katkısıyla, Türkiye devrimci hareketinin bir pırlantasıdır. O genç adam içimizdedir. Diğer genç arkadaşlarıyla birlikte. Ama “sonrası kalır” demişti ya Edip Cansever, sonrası kalmıştır.


[1]Halkın Dostları, ekonomik büyüme yıllarının, çalışanların reel gelirlerinin sürekli yükseliş gösterdiği dönemin bir ürünüdür. Gerçekten de Türkiye’nin altın yıllarıdır 1960’lar ve birçok kaynağa göre 1976-77’ye kadar sürmüştür. Sonra da çok ağır bir krizle 12 Eylül 1980 darbesine açılmıştır. Sağcı ve solcu iktisatçıların bu konuda hemfikir olduğu biliniyor. Söz konusu yıllarda enflasyon, Gülten Kazgan’a göre ve sabit fiyatlarla, yüzde 5’lerde kalmış, ekonominin büyüme hızı yüzde 7’ye yaklaşmıştır. Örneğin TÜİK rakamlarıyla da, 1951-1969 döneminde ekonomik büyüme yılda ortalama yüzde 6 ile rekorlar kırmıştır. Tabii hızla büyüyen işçi sınıfının reel geliri de düzenli olarak artmıştır. Burada, 1971 ve 1972 gibi Halkın Dostları dergisinin de kapatılmasına neden olan 12 Mart 1971 darbesi sonrasındaki yıllar hariç, 1976 yılına kadar emekçilerin maddi durumu düzelmiştir.  O yılları görece genç ve demokrat iktisatçılar olarak yaşayan Arslan Başer Kafaoğlu, Prof. Dr. Gülten Kazgan, Prof. Dr. Korkut Boratav, Prof. Dr. Yalçın Küçük, Prof. Dr. Ergun Türkcan yapıtlarında açıkça belirtirler. Yeni dönemin gecikmiş yıldızlarından Prof. Dr. Şevket Pamuk hepsini özetliyor: “1962 ile 1977 arasında ekonominin küçüldüğü ya da kişi başına gelirin azaldığı yıl olmadı. (…) 1950’lerin ortalarında ve özellikle de 1970’lerin ikinci yarısındaki krizlere karşın, Türkiye ekonomisi tarihinin en yüksek büyüme hızlarına 1950-1980 döneminde ulaştı.” (Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisat Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 4. Basım, Nisan 2014 İstanbul, s. 238 ve 255.)

[2]1960’ların devrimci kalkışmasının edebiyata yansımalarını ayrıntılarıyla ve cesur tezlerle irdeleyen M. Bülent Kılıç’a göre, İsmet Özel’in “Bir Yusuf Masalı” kitabına almadığı “Mevsimlerin İnsanlara Yaptığı Fenalıklar” ve “Of Not Being a Jew” şiirleri, onun 1980’lerin ortasına kadar şiirinde devrimci duyarlılığını sürdürdüğüne bir kanıttır: “Özel şiiri, kuşkusuz ki, uzunca zaman ‘büyük’, ‘yenilikçi’ ve şiir evreni içinde ‘devrimci’ olmayı da başarabilmiştir.” (M. Bülent Kılıç, Saklı Rönesans, 2. Baskı, NotaBene Yayınları, İstanbul 2012, s. 161.) Kılıç’a göre, İsmet Özel, “1989 evrensel karşıdevrimi” sonrasında o müthiş şiirinden tamamen kopmuştur. İsmet Özel’in 2013 yılında “Türkiye’nin bugün geldiği değil, getirildiği noktada şiirlerimi okuyabilecek narodnik kalmadı. Dahası hemen herkes bir tür ruh yamukluğunu benimsedi” diyerek şiiri bıraktığını, dolayısıyla, gecikmiş bile olsa, bir tutarlılık ilan ettiğini, Eser Gürson’un öngörüsünü bu noktada da doğruladığını biliyoruz.

[3]Hüseyin Etil, İsmet Özel ve Partizan: Aynı Adamın Öyküsü, Küre Yayınları, İstanbul, 2020.

[4]Edebiyat Dostları, Sayı: 7, Kasım 1987 içinde. Derginin fotokopilerinden oluşturulmuş bir arşivine internet ortamında ulaşmak mümkün. (https://beyazmanto.com/ed07.pdf)

[5]“1970 yazından itibaren Türkiye’de tam bir hükümet boşluğu hüküm sürmeye başlıyor.” (Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler, Salyangoz Yayınları, Ekim 2006 İstanbul, s. 599.)

[6]İsmet Özel’in kalıcılığı ve Halkın Dostları’ndan Edebiyat Dostları dergisine çekilen çizgiyi, çeşitli makalelerde işlemiş, sonra da kitaplaştırmıştım: Osman Çutsay, Öfke, Beyaz Baykuş Yayınları, İstanbul 2015.

[7]Yordam dergisinin Ağustos 1966’da yayımlanan 8’inci sayısında Hüseyin Cöntürk: “Ama ben bu partiye karşı, yeni görünüp te yerinde sayanlara karşı daha yumuşak olamam, çünkü bir süre oluyor, onlardan ayrıldım, arkadaşlarımla birlikte bir üçüncü parti kurduk: Biz devrimciyiz: Bütün duran ve geriye bakan eğilimlere karşıyız, başka türlüsü olamaz. Diyoruz ki. Eski zevki sürdürenler, görünen bir tehlikedir, yeniyi benimser görünen statükocular ise gizli bir tehlikedir. Bu ikinci kümedeki yazar ve eleştirmenler, gerçek okuyucunun umudunu boşa çıkaran, bu gidişle  de boşa çıkaracak olan bir tutum içindedirler. (…) Yenici görünüp te yeniyi egemen kılmayanların, onu başarılı kılmayanların edebiyatımızı temsil gücü, onu yaşatma erdemi bulunamaz.” (Osman Çutsay, Öfke, Beyaz Baykuş Yayınları, 2015 İstanbul, s. 29.) Aradaki devamlılık müthiş, ama son derece de olağan…

[8]Halkın Dostları, Sayı: 1 (Mart 1970), İstanbul, s. 1.

[9]Halkın Dostları, Sayı: 1, s. 7.

[10]Muzaffer İlhan Erdost, İkinci Yeni – “Kuzunun Ağzındaki Tilki”, Onur Yayınları, İkinci (Değişik) Baskı, 2015 Ankara. Erdost, isim babası olduğu bu dönemi ve İkinci Yeni şiirlerini çağın gerektirdiği bir arayışın dilde ve dille işleyen ürünü olarak görüyordu. Işığın dönem şiirinin bu geliştirici yönüne tutulmasından yana olduğunu gizlemeyen Erdost’un, şiirde “İsmet-Ataol  çizgisi” diyebileceğimiz 1971 devrimcilerinin “anti-İkinci Yeni” tutumuna pek katılmadığını yazılarından gözlemek kolay.

[11]“Ne Garip’in düzenli, işlerin tıkırında olduğu mahallesinin sakinliği söz konusudur, ne de kentleşmenin yarattığı ilk halin İkinci Yeni’deki şaşkın ve buruk sükûneti; 1960’ların sosyopolitik hareketliliği ile oluşan yeni insanı, yani militanı, öç almak için bilenmiş bir vaziyette alanlara koşturacaktır.” (Hüseyin Etil, İsmet Özel ve Partizan: Aynı Adamın Öyküsü, Küre Yayınları, İstanbul, 2020, s. 284.) Buradan, Yordam ile Halkın Dostları arasındaki yaklaşım farkını çıkarmak da mümkün.

[12]Halkın Dostları, Sayı: 1, s. 7.

[13]Halkın Dostları, Sayı: 2, s. 1.

[14]Halkın Dostları, Sayı: 4, s.1.

[15]Halkın Dostları, Sayı: 4, s. 3.

[16]Halkın Dostları, Sayı: 5, s.1-2.

[17]Bunu böyle görmeyen, liberalliği solculuk sanan bir “eleştirmen” olarak Necmiye Alpay ve benzerleri de var sahnede tabii. Onları görmezlikten gelemiyoruz. Biliyoruz, Alpay, Ataol Behramoğlu ile İsmet Özel’in gençlik ve SBF yıllarından arkadaşıydı. Döneminin en parlak kafalarındandı. 1970’lerde pek görmedik edebiyatta, az yazdı, belki akademideydi ve sosyalist mücadelenin içindeydi, o nedenle. Ama 12 Eylül faşizmin ağır işkencelerinden sonra sosyalizmle bağını adım adım kopardı, tanımsız bir demokratizmle solculuk iddiası taşımaya başladı. Reel sosyalizmi bir işkence odası gibi görüyordu artık. Yine de yazdıkları ilginçti. Tuhaf bir iktidar nefretiyle, eski arkadaşının neredeyse “İşçiler ve edebiyat iktidara!” diye bağırdığı yılları pek anlamak istemediğini, “iktidar zaafıyla” açıklamaya kalkması nedeniyle ileri sürebiliriz. Kendi geçmişini içerdiği için de olabilir. Halkın Dostları’nın arka odalarında Necmiye’nin sesini duymamak mümkün değil çünkü. Her şeye rağmen, İsmet Özel şiiri ile ilgili bazı yazdıkları önemli: “Şiirlerinde, benimsediği politikaya uygun iktidar öğeleri yer aldığına göre, bu öğelerin o şiirlere şairin iktidar zaafından ötürü girdiğini, ya da öğelerin ait olduğu iktidarların şair aracılığıyla şiirlere girdiğini söylemeli değil miyiz? (…) Bu şiirlerde Partizan’ın ait olduğu iktidar açısından bir okşayıcılık bulunabilir mi? (…) Sözün kısası, İsmet Özel’in şiirlerini irkilmeden okumak kimse için olanaklı değilmiş. Bu şiirlerdeki öğeleri, şiirlerden durup baktığımızda, boğmak üzere kucaklanan hasımlar gibiymiş.” (Necmiye Alpay, Yaklaşma Çabası, Kanat Kitap, Mayıs 2005 İstanbul, s. 16.) Bu “yaklaşma çabası”yla İsmet Özel’in Halkın Dostları mücadelesini değil anlamak, algılamak bile mümkün değil. “Belge’li Birikim Gericiliği” vurgunu yemiş bu bakışın İsmet Özel ve Halkın Dostları’nı anlaması imkânsızdır. Çünkü bu dergiyi yapan zihniyet, İsmet-Ataol çizgisi, halkın ve edebiyatın devrimci iktidarı için çırpınıyordu. Sonraki yıllarda solla tüm bağlarını koparmış İsmet Özel ile solculuk iddialı Alpay türü liberal tutsaklığın iki ayrı parkur olduğunu söylemek gerekir. Ancak Necmiye Alpay’ın yine de bazı meseleleri güzel yakaladığını itiraf etmek gerek: Örneğin, “İsmet Özel şiirinde baştan beri başrolü oynayan ‘ben’” saptaması ve bunun “biz” olarak okunması gerektiği vurgusu, akıl açıcıdır: “Bana göre, Özel şiirinin inanılmaz yoğunluktaki ‘ben’ kişisi, bir barometre.” (a.g.e., s. 152.) Özel’in, yakın yıllardaki bazı açıklamalarında, şiirindeki “ben”in, “biz” ve “Türkiye” olarak okunabileceği yolundaki tamamlayıcı vurgularını da buraya eklememek olmaz.

[18]Halkın Dostları, Sayı: 6, s.1-2.

[19]Halkın Dostları, Sayı: 6, s. 6.

[20]Halkın Dostları, Sayı: 7, s.1.

[21]Halkın Dostları, Sayı: 8, s.1.

[22]Halkın Dostları, Sayı: 11, s. 1-3.

[23]Diğer iki isim Enver Gökçe ile Arif Damar’dır. Üç genç şair de yetenekliydi. Ama çağ kapatıp çağ açacak bir müdahaleleri olmadı. Nâzım ve cumhuriyetle gelen olanakları kullanarak 1960’lar gençliğine bazı ek olanaklar sunabildiklerini söylemeliyiz. Ancak şunu ekleyerek: Bu yeni yükseliş karşısında çok tedirgindiler. Kendi gençlik deneyimlerinin ve kavgalarının sahneden çekildiğini kabullenmekte güçlük çekiyorlardı. Siyasette ve edebiyatta, tuzak da sayılsa, böyle bir paralellik hep vardır. Her devrimci kuşak kendi gençlik deneyimlerini sonraki kuşak karşısında korumaya alır. Bunun frenleyici sonuçları olur.

[24]“İkinci Yeniye, hemen hemen yalnızca soldan karşı çıkıldığı bir gerçek. Ne var ki, İkinci Yeniye, anlamsızlığı içerdiği için karşı çıkıldı, ve dolayısıyla, eleştiri, şiirin kendisine değil içeriğine yönelikti.” (Muzaffer İlhan Erdost, İkinci Yeni – “Kuzunun Ağzındaki Tilki”, Onur Yayınları, İkinci (Değişik) Baskı, Kasım 2015 Ankara, s. 40.)

[25]Halkın Dostları, Sayı: 11, s. 5-6.

[26]Boris Groys, Das kommunistische Postskriptum, Suhrkamp Verlag, 2006 Frankfurt-Main, s. 7.

[27]Halkın Dostları ile gelen hava, 1931 doğumlu Leyla Erbil’i de önüne katabilmişti örneğin. Erbil, yerleşikliği simgeleyen  ve “Atatürkçü geçinen” Oktay Akbal’a sert bir dille haddini bildirme gereği duyabilmişti. Hava kırılıyordu gerçekten: “Ben size değil, sizlerin mirasyedicisi olduğunuz yozlaşmış bir geleneği yıpratmak isterim. (…) Siz ve ayaktaşlarınız günümüzde eskisi denli sinsi ve sapık taktiklerle bütün çevreleri sindirmenin ve kendinizi kabul ettirmenin zorlaştığı günlere geldiğimizi öğrenmelisiniz.” ( Halkın Dostları, Sayı: 6, s. 8.)

(GÖRSELLER: Ömer Yaprakkıran)