Turhan Selçuk ve bir soru: Türkiye aydınlanması neden farklıdır?
									OSMAN ÇUTSAY
Turhan Selçuk, verimli ve uzun bir ömür sürdükten sonra 88 yaşında, 11 Mart 2010’da, kardeşi İlhan Selçuk’tan birkaç ay önce, ki vedalaşamadıkları da biliniyor, bu dünyadan ayrıldı. Tipik bir cumhuriyetçi idi. İsteyen “sol kemalizmin çocuğu” da diyebilir. Gerçi CHP çevresindeki sağın çekim alanından tümüyle sıyrılmış da değildi. O kuşağın hangi parçası sıyrılabilmişti ki? Yine de Turhan ve İlhan Selçuk kardeşlerin sosyalistlere düşman olmayan bir “sol kemalist” eğilimle yazı ve çizgi ürettikleri söylenebilir. Bu, şimdilik bir yanda dursun. Başka bir şey söylemek istiyoruz çünkü.
Önce şunu: Abdülcanbaz’ın bu ele avuca sığmaz ve çok çalışkan babası, gerçekten tevazu sahibiydi. En ileri yaşlara kadar her gün siyasal gündeme doğrudan müdahale eden karikatürler çizmiş, bu arada çizgi roman Abdülcanbaz efsanesini de sürdürmüştü. Ayrıca, sanatsal yoğunluğu yüksek, çok daha yorucu başka işler de üretiyordu. Batılı dost ve meslektaşlarıyla karşılaştırılamayacak ağırlıkta bir üretim disipliniydi bu.
Fark burada mıydı?
Başka bir ifadeyle: Fransız, Amerikalı veya Belçikalı, hatta Japon meslektaşlarının, elbette “Turhan” zekâsı ve bileğine yakışacak düzeydekilerin, aklından bile geçmeyecek bir hız içinde koşusunu sürdüren bu benzersiz Türk karikatüristinin farkı neredeydi?
Örneğin, 1960’larda, iç içe geçmiş üçgenlerden oluşturduğu bir İsmet İnönü portresiyle Türkiye aydınını şaşkına çeviren o müthiş soyutlama gücünde mi?

DÜNYA ÇAPINDA BİR İMZA
Bilemiyoruz.
Ama tahminlerde bulunabiliriz.
“Turhan” imzası, aslında tam anlamıyla karikatürde bir dünya markasıdır. Ancak sanatsal gücünün hakkı verilebilmiş değildir. Selçuk, bu hakkı yeterince verilmemiş gücünü sadece benzersiz bir bilek ve beyne sahip olmasına değil, Türkiye’nin gerçekten başkalarıyla kolay kolay karşılaştırılamayacak bir çelişkiler yumağı olmasına da borçlu. Yani içine doğduğu ve içinde geliştiği, daha doğrusu, “itirazını geliştirdiği” mekân onu biçimlendirmişti. Modernizmin doludizgin büyük mesafeler kat ettiği ülkelerden, sanayileşmiş zenginlerden örneğin, böyle bir soyutlama çıkmıyor. Ancak, aydınlanmanın önünün ciddi ölçülerde kesildiği İslam ülkelerinden benzer bir müdahalenin çıktığına da tanık olmuyoruz. Türkiye, gerçekten farklı. Fakat…
Fakat, bugününde, bazı geçmiş deneyimlerden de izler taşıyor.
Türkiye, Turhan Selçuk’un aramızdan ayrıldığı 21’inci yüzyıl başında tıpkı 20’nci yüzyıl başındaki Rusya gibidir: Dünya kapitalist sisteminin kendi eşitsizliklerinin, dengesizliklerinin Türkiye’deki toplumsal formasyona daha fazla birikerek yansıdığını, yerleşik denge ve eklemlenmeleri zorladığını görüyoruz. Selçuk, cumhuriyetin yıkılış günlerinde, bir III. Abdülhamid rejimi yerleşirken üretimini ve dinci iktidara itirazını sanatıyla sürdürdü, yaşama da o hayhuy içinde veda etti.
“Turhan” imzası, bu özgün koşulların içinden fışkırmayı başarmış bir soyutlama iradesidir. Bu irade önemli, çünkü Turhan Selçuk da sürekli içinde serpilip geliştiği özgün koşulların değerini bilecek bir inadı sergilemeyi önemsiyor. Örneğin ilerici bir Türkiye ısrarı, yalnızca içinden çıktığı farklılığa bir methiye değil, ondan daha çok, bir “hakbilirlik” olarak görülebilir.
Başka bir ifadeyle, şöyle: Turhan Selçuk’un bağımsızlıkçı, aydınlanmacı ve sosyal adalet vurgusu çok yüksek bir demokrasi eğilimi, Türkiye’nin tarihsel haklılığı her an kesintiye uğratılabilecek bir deneyim olmasıyla ilginç paralellikler gösteriyor. Bir İran veya bir Danimarka’da böyle “çıkışlar” yaşanmamışsa, yani bu ülkelerden “Turhan” çapında sanatçılar çıkmamışsa, bu, Türkiye’nin özgünlüğü ile bağlantılı bir “çıkmaz”dır. Bir tıkanma da denebilir.
Böyle bir çerçeve, Turhan’ın çıkışı için yanıt olabilir mi? Tek açıklama olmadığı ortada. Bu özgün bileği ve beyni denklem dışı bırakamayız.
Şu var: Dünya sistemi, doğrusallıktan uzak, eşitsiz, dengesiz bir gelişme gösteriyor. Bu dengesizlik, tesadüfi herhangi bir coğrafi noktaya, bir ülkeye değil, kendi eşitsiz/dengesiz gelişme süreci önemli kırılganlıklar (boşluklar, patlamalı çelişkiler vs.) içeren bir dengeye birikerek yansıyacaktır. Türkiye adını verdiğimiz bu toplumsal formasyonun üzerinde, bu “birikimli yansıma”, öngörülemez bazı hareket alanları, hatta bataklıklar yaratıyor. Burada sadece sorunlu bir kırılmalar sürecine tanık olmakla kalınmıyor. Daha önce akla gelmemiş veya denenmemiş çözüm ve çıkış paketleri de “sahne almaya” başlıyor. İktisat politikaları ve doğrudan siyaset kurumu bir yana, böyle birikimli yansımaların açığa çıkaracağı kültürel enerjinin ve bu enerjiyi taşıyanların başka yerlerde örneğine rastlanmayan sonuçlarıyla karşılaşmak şaşırtıcı değildir. Turhan Selçuk ve müdahalesini belki böyle açığa çıkan bir enerji ile anlamak daha kolaydır. İyi.

NEDEN ORALARDA DEĞİL DE BİZDE?
İyi de, neden daha sorunlu (yani örneğin İran, Irak, Pakistan, Mısır gibi her açıdan çok daha yoksul) ülkelerden değil de, Türkiye gibi orta gelişmişlikte bir ülkeden bu tür müdahaleler çıkıyor? Özellikle kamu yönetimini belirleyen dinci ideolojiler üzerinden “aydınlanma”nın etkileri sıfırlanabilmiş ülkelerde, böylesine çaplı üreticilerin (yani sanatçıların) çıkması da güçleşiyor. Fakat sadece toplumsal-siyasal alana taşınmış dinin bu alandaki yoksullaştırıcı etkisiyle karşılaşmıyoruz, toplumunun tüm yakıcılıklarını, kırılganlıklarını üzerinde taşıyan “sanatçılar” da siliniyor; bütün bütüne “gelişmiş ülke” sanatçılarının birer taklidine dönüşüyor ve seri üretimden çıkmış sağlam (hormonlu) birer mal halini alıyorlar. Buna itiliyorlar: Ya “o şanlı ve muzaffer geçmişi” överek bu tarihin altında kalıyorlar (“ilkel ayartması”), ya da Batı dediğimiz emperyalist metropollerin körleştirici ışığına övgü noktasında (“zengin ayartması”) yerlerinde sayıyorlar. Bu, ikili bir tuzaktır ve Batı’nın bugün dünyayı “sanatçılarıyla” birlikte sürükleyip ardından getirdiği bir noktadır. İstisnalar var. Örneğin, İspanya ve Rusya gibi Avrupa’nın iki yakasında, aydınlanmanın etkileri ve Batı’nın ağır darbelerini üzerinde hissetmiş ülkelerin, geçen yüzyılda müzikten resme, romandan şiire birçok sanat pratiğinde dev isimler çıkarabilmesi, kuşkusuz böyle bir cepheleşme ile yakından ilintilidir.
“Turhan” imzasının, büyük ve eşine az rastlanır bir soyutlama olarak öne çıkabilmesi, istisnalar hariç, bazı övgülere rağmen yine de Batı’da hak ettiği düzeyde bir itibar görmemesi, böyle bir toprak ve onun içerdiği direnme gücüyle birebir bağlantılıdır. Bu bağlantı, çok açık. Ancak biraz önce de değindik, “Turhan”ı sadece yetiştiği bu toprağa indirgemek mümkün değil. Bu da çok açık. Dışarıyı yakından izlediği biliniyor. Batı, onun için, Türkiye karşısındaki nobran tutumuyla belki olumsuz, fakat insanlık ve Türkler için bir aydınlanma kaynağı olmakla da olumlu bir değerler paketidir. Belki bununla birebir ilintili bir “Turhan” duruşu da var: Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu zihniyeti olarak tanımlanabilecek “Atatürkçülük” karşısındaki hak ve değerbilir tutumu, Batı, yani aydınlanma düşüncesi ile ilişkilendirilmeksizin de, Turhan Selçuk anlaşılamaz.
Demek ki, “Turhan”lar çıkarabilmek için aydınlanma düşüncesinin ülkedeki toplumsal süreç üzerinde ağır bir etkisi olmalı ve bu yolda çelişkili, hatta çatışmalı, ama yine de etkili adımlar atılabilmelidir. Bu, krizin aşırı biriktiği ortamlarda/coğrafyalarda/ülkelerde düşünsel üretimi kanatlandırmaktadır. Geriye değil ileriye doğru, ortaklaşmacı ve bilimsel değerlerin yerleşikliği için çaba gösterenlerin önünü açan bir iklimden söz ediyoruz.
Gerilek ya da açıkça gerici zaman ve değerlerin referans noktası olması halinde, bu şansın yitirildiğini görüyoruz.
Bu, gelişkin Türk karikatürünü ve onun tarihsel koordinatlarını da kısmen açıklayan bir endişedir.
Peki, Turhan Selçuk’un toprağını ve yapıtlarını besleyen özsuyu nasıl göreceğiz?
Eğer karikatür, sanatın meşru değil çok sevilen fakat gayrimeşru bir çocuğu ise, sanat pratiklerini, böyle bir ortamda gerçekten de güçlü bir rüya bekler. Aydınlanmanın eşitlikçi, ortaklaşmacı ve özgürleştirici bir toplumsal düzene taşınarak aşılması, ileriye hamle, Türkiye’nin kuruluş mantığından da güç kazanmaktadır. “Turhan”ı besleyen en önemli kaynak budur.
Ama böyle coğrafi ve tarihi bir birikimin, olumlu, yaratıcı sonuçlar vermesi için, krizin aşırı biriktiğine de tanık olmamız gerekiyor. Krizin sıkıştırdığı toplumsal cendereden yaratıcı düşünsel üretimi öne çıkaran bireyler doğabilir. Öyle de oluyor.
Demek ki:
1. Aydınlanma düşüncesini içeren ve hatta onun sırtında yükselen bir siyasal/toplumsal ortam…
2. Geriye doğru değil, ısrarla ileriye, daha eşitlikçi, daha özgürleştirici, sosyalizan bir eğilimi üretimlerine temel alan sanatçılar…
3. Krizin sıkıştırdığı toplumsal tablo. Cenderedeki basıncın artmasıyla sert ve fırtınalara açık bir iklimin egemenliği….
4. Patlama ve parçalanmaların kaçınılmaz bir kader olarak tezahür ettiği toplumsal, dolayısıyla sanatsal çerçeve…

“TURHAN” İMZASININ ÖZSUYU
Bunlar, bir yanıyla Türkiye’yi imliyor, diğer yanıyla da “yaşama yaratıcı müdahale” için önkoşulları, yani “Turhan” imzasındaki özsuyun kaynaklarını içeriyor.
Buradan sokağa ve onun üzerinden Türk karikatürünü de damgalayan bir cepheleşmeye geçiyoruz.
Sokağın, çıplak haliyle, dönüştürülmeksizin, neredeyse aynen alınarak beyaz kağıda geçirilmesine Türk karikatüründe çok sık tanık oluyoruz. Çünkü sokak, yani dışımızdaki gerçeklik, mizah çerçevesinde yeniden kurgulanmadan beyaz kağıda dökülürse, müşteri bulmak kolaylaşır. Tabii, buradan, sokaktaki egemenlik biçimlerine karşılık gelen bir kölelik de çıkar.

Çok satışlılık, böyle bir sürecin sonucudur. Nitekim Turhan Selçuk’un, gülmeceye bakışı farklı ve kendi alanında bir başka usta Oğuz Aral’ın Gırgır mucizesiyle patlayan çizgisine hiç yakın olmadığı ve hatta onu şiddetle eleştirdiği biliniyor. “Çizgiyle mizah” yolunun büyük ustası Turhan Selçuk için, Oğuz Aral anlayışıyla arada sanıldığı kadar büyük bir akrabalık bulunmamaktadır. Bu yolun kolaylığı, Turhan Selçuk için bir çıkmaz sokaktır.
Ama bu kolay yolun (“Gırgır tarzı” diyelim) tam tersini seçen insanlar olduğunu da biliyoruz ve Turhan bunlar arasında da bulunmuyor. Selçuk’un, araya mesafe koymayı önemsediği bu kesim, sokağın getirdiği hayatiyeti taşımayan, yaşamayan geometrik totolojileri temsil ediyor. Örneğin, Nezih Danyal bu kesimin en yetkin temsilcilerindendi. Gerçi İlhan Selçuk’un yaratıcı tanımıyla karikatür, “çizgilerin soyutlanmasında mizahın geometrisine varmaktır”, ancak bu tanım, Turhan Selçuk için, sokağın hayatiyetini inkâr ve yoksayma anlamına gelmiyor. Zaten belki de bu tehlikeyi başarıyla savuşturduğu için özgün bir başarıya ulaşabilmiştir. Çünkü karikatür, böyle bir durumda, daha çok grafiğin hareket ve egemenlik alanında takılı kalacaktır. “Turhan” imzasının aldığı virajları alamayan imzalara, doğrusu Türk ve dünya karikatüründe çok sık rastlıyoruz.
Grafik, eğer denetlenemezse, karikatürü beslediği kadar da zedeler. Çünkü, izolasyonu mutlaklaştıran bir yanı vardır. Oysa karikatür böyle bir “saflığı”, yani sokaktaki yaşamdan mutlak soyutlanmışlığı, tam kopuşu kaldırmaz. Bulaşıktır, mutlaka sokağın izini taşır. Sokak abartıldıkça çok satış şansı ve yaygınlık artar. İzolasyon (saflık) abartıldıkça da sokaktan kopan bir grafiğe oturulmuş olunur. Buna, biz, “çizgiye kapanma” da diyebiliriz.
Bu “sokak” ve “mutlak ya da grafik soyutlama” ikileminden biri, kendisini diğerine karşı öne çıkarmakla yetinmeyip yoksayarsa, yoksullaşılır. Kamplar kendilerini abartıp mutlaka karşı kampla çatışmalıdır. O zaman yeni bir enerji ortaya çıkacaktır. Enerji, bu taraflardan birinin ortadan kaybolması halinde sahnenin dışında kalacaktır. Kamplar arası alan ve hatta çatışma çok önemli.
Önemli, çünkü bu “ara bölge”, “Turhan” imzasındaki enerjiyi de açıklayabilen bir alan.
Sokağın olağan hali, onun sıradan saptama ve gülme noktaları, çizginin bağımsızlaşmasını, kurmacalığını olumsuz etkiliyor.
Karikatür, sonuç olarak, sokağın soyutlanmasıdır. Ama bu soyutlamanın üst basamaklarında sokaktan kopma tehlikesi her zaman vardır ve “Turhan”, bu son derece tehlikeli basamaktan hemen önce durmayı bilen bir yaratıcı imza oldu.
Benzerinin bulunmamasının ve bulunamayacak olmasının bir nedeni de, herhalde, budur. İlk olmak zamana yayılan rötuşlar içerir, ama benzersizlik ile birlikte büyük sanatçıyı doğurur. Büyük sanatçının özeti bu ilk ve benzersiz olma hali değil midir?
Bambaşka sanatçıların sahneye çıkacağı bir zamandayız artık.
Geçmiştekilere hiç benzemeyen sanatçıların sahneye çıkmak zorunda kaldığı bir zaman bu. Yepyeni bir “mekân” demek daha doğru. Bu mekânın aşkın sanatçıları geçmişle hesaplaşarak yeniyi doğurabilir.
KAPAK GÖRSELİ: Ömer Yaprakkıran