November 1, 2025

Tekin Yayın Dağıtım San.Tic.Ltd.Şti

Mimar Sinan Mah. Atlas Çıkmazı Sk. No:7 Üsküdar/İstanbul

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Elif Akkaya

Telefon

0216 323 20 20

E-mail

info@tekinyayinevi.com.tr

Website

Tekin Yayınevi

Teknik Sorumlu

Tetris Teknoloji

Johann Chapoutot ve liberal faşizm: Çürüyen kapitalizmde yeni iktidar biçimleri

Johann Chapoutot ve liberal faşizm: Çürüyen kapitalizmde yeni iktidar biçimleri

Dünya ticaret hacminin büyük bir hızla daralacağı anlaşılıyor. Bu tür daralmalar geçmişte dünya savaşlarını tetiklemiş ve faşist iktidarların doğumunu hızlandırmıştı. Savaşların sahneye çoktan çıktığını görüyoruz. Fakat ondan daha önemli bir başka şey daha var: Avrupa’ya baktığımızda, “yeni bir faşizmin eli kulağında” dedirtecek gelişmelere tanık oluyoruz.

Bu tür tezleri savunanlar azınlıkta değil. Ancak yeni faşizmlerin eski faşizmlere pek benzemeyeceği konusunda görüş birliği sağlanmış görünüyor. Her durumda dünya kapitalizminde emek üzerindeki baskının artacağı bir yeni dönemin açıldığını, yeni faşizmin epey bir liberal, liberalizmin de gayet faşizan renkler içereceğini, arada bir yakın bağ olduğunu düşünenlerin sayısı artıyor.  

Araştırmacı-yazar Dr. Mahir Konuk, liberalizmle faşizm arasındaki bu yakın akrabalığa yönelik sorularımızı yanıtladı.

– Siz de yazı ve kitaplarınızda epeydir dikkat çekiyorsunuz: Çöken ve toplumları da bu süreçte daha hızlı çürüten kapitalizmde “liberal faşizm” kavramı son dönemde giderek yeni kullanıcılar, hatta sahipler buluyor. Nasıl bir çöküş ve bu kavramlaştırma hangi ihtiyacın ürünü sizce?

MAHİR KONUK – Günümüzde ben dahil, artık daha başka bilimle uğraşan birçok bilim insanının gözlemlemeye ve çeşitli kavramsal başlıklar altında tanımlamaya çalıştığı “çöküş” olayı, aslında kapıdan kovulan bir tek nesnel sürecin, pencereden yani çeşitli bakış açılarından görünebildiği şekliyle ifade edilerek bilimsel ve siyasi hayata girmiş bulunmaktadır.

İnsanlık tarihine mal olmuş bir üretim biçimi olarak “tarihsel sonuna” erişmiş olan kapitalizmin ve onun varoluş biçiminden başka bir şey olmayan “kapitalist sistemin” çöküş olayı, devasa bir yıldızın yakıtını tüketip kendi üzerine adeta katlana katlana yoğunlaşarak çökmesiyle oluşan bir “kara delik” oluşumuna benzemektedir. “Toplum”, “birey” ve dolayısıyla evrendeki bütün insan varlığını yutan bir “kara deliğe”…

Yani olay, bütün insanlık için hayati bir önem taşıdığı oranda, bir üretim, aynı zamanda bir toplumsallaşma ve bireyleşme biçimi olarak kapitalizmin kendi iç tabiatıyla ve ihtiva ettiği çelişkilerle ilgilidir.

Bu sebepledir ki “kapitalizmin çöküşü” olayının ilk belirlemelerini, onu bir üretim biçimi olarak günümüze ışık tutacak şekilde irdeleyen ve işleyiş kanunlarını bilimsel olarak tespit eden Marx’ın eserinden (Kapital) öğrenmeye başlamıştık. O halde, Marx’tan yola çıkarsak, “sermaye rantının tarihsel azalma eğilimi”nin (1. Cilt) “çöküş” olayını hazırlayan ve kaçınılmaz kılan başlıca neden olarak ele alınması gerekecektir. “Sermaye rantının azalması” olgusu, üretim faaliyetinin sürekli daralması olgusuna bağlandığı için, “kapitalist sistemin” işgücü sömürüsü ile kendi kendisini insanlık tarihi içinde çeşitli iniş ve çıkışlarla sürekli yeniden “sermaye temerküzü” sağlayarak yaratma kabiliyetini hayati oranda kaybetmiş olması olgusu ile doğru orantılı gelişen bir durumun varlığı gösterir.

KAPİTALİZMİN ÇÖKÜŞÜ GİZLENEMİYORSA EĞER…

Üretim faaliyeti nesnel olarak “değişen sermaye” ile birlikte kapitalist rantı düzenli bir şekilde düşürürken “kapitalizmin çöküşü” olayını hazırlayacaktır. Ama bu çöküşün, kapitalizmin varlığını fersah fersah aşan bir de “antropolojik” boyutu olacaktır ki, bu da kendisini toplumsallaşmanın azalması şeklinde ortaya koymaktadır. 

“Kapitalizmin çöküşü” olayının çeşitli kavramsal başlıklar altında son derece utangaç biçimde bilimle uğraşanlar, yani meslekleri icabı somut olgularla haşır neşir olanlar arasında sahiplenilir olması, yaşanan çöküşün artık gizlenemeyecek bir biçimde kendisini düşünsel ve siyasi alana kabul ettirdiğinin ve bu olgunun bütün insan hayatının zaman ve mekân içinde yeniden organizasyonunu dayatmış olması ile doğrudan ilgilidir. Bir bilim insanı kendisini, ideolojisi ve siyasi tercihi ne olursa olsun ispatlayabilmesi için “olgulardan” hareket etmesi ve tezini nesnel bir gerçekliğe dayandırması mutlaka gerekli olmaktadır. Bu duruma Lenin “bilim adamının kendiliğinden materyalizmi” adını vermektedir. Sonuçta, bütün bilimle uğraşanlar nesnel olmakla yükümlü olmaktadır. Nitekim, neoliberalizmin aynı zamanda bir “nihilizm” olduğunu belirten bir Emmanuel Todd ve “antropolog” ile aynı anlayışta olduğu anlaşılan yakın dönem tarihçisi Johann Chapoutot, kapitalist sistemin bütün insani değerleri “hiç”e indirgemekte olduğundan bahsetmektedir.

Artık hiçbir gizlisi saklısı kalmayan bu olgunun sahiplenilerek hayata dair somut bir gerçekliğin gün be gün artan bir ivmeyle su yüzüne çıkarılarak –öyle ya, “gerçekler inatçı şeylerdir”…- siyasi mücadelelere ışık tutar hale gelmesi, otuz seneye yakın bir süredir çevresinde aynı olgudan bahsedip duran beni, tabiidir ki ziyadesiyle mutlu etmektedir.  Ama benim için bir mutsuzluk kaynağı da vardır ki, o da, bu konuda ilk harekete geçmesi gereken Marksist gelenekten gelen birçok düşünür ve siyasetçinin konuya olan uzaklığı ve hatta bu tartışmayı reddetmeye çalışmalarıdır.

Marx’ı okumuş, ama yine de “birey” merkezli bir saha araştırması yürüterek toplumsal gerçekliği gözlemlemeye çalışan bir araştırmacı olarak, “kapitalizmin çöküşü” olgusunu somut bir şekilde öncelikle “bireysel içsellikte” yansıdığı biçimiyle izole etmeye çalıştım. Başlangıçta bu olguyu 1980’lerin sonu ve 1990’ların başında kendisini ortaya koyduğu biçimiyle “kapitalizmin bu sefer uzun sürmüş krizlerinden birisi” olarak toplumsal yapılanmayla ilişkilendirdim. Vardığım sonuca göre, “çöküş” olayı beni kendisini “bireyin yaşam çizgisinin infilakı” olarak ifadelendirmeye yöneltiyor ve bu olay da dönüp dolaşıp “toplumsal dışsallıktaki” (veya toplumsallaşmadaki) imkânsızlıkların artmasıyla açıklanıyordu.

BİREYLEŞME VE TOPLUMSALLAŞMA: BİR KOPUŞ SORUNSALI

Diğer bir deyişle, insan varlığını belirleyen iki antropolojik süreç olarak bireyleşme ve toplumsallaşma arasında bireylerin geleceklerini sorun haline getiren bir kopuş oluşmuştu. Bunun başlıca nedeni ise kendisini ortaya koyduğu biçimiyle toplumsal dışsallığın Balzac’ın ünlü romanındaki “Tılsımlı Deri” gibi sürekli küçülüyor ve o oranda bireyselliği de anlamsızlaştırarak ortadan kaldırıyor olmasıydı. Kısacası, insanı insan yapan “antropolojik” ve “kimliksel” denge bozuluyor, birey ve toplum kendi aşırılıkları içinde kendi kendilerini ortadan kaldırıyor, kendisini bu şekilde ortaya koyan bir “klinik tablo” meydana çıkıyordu.

Bu tespitten sonra araştırmalarımı, bireysel içsellik alanından toplumsal dışsallık alanına kayırarak “tılsımlı deri” şeklindeki daralmanın, başlangıçta bir Marksist olarak ancak öngördüğüm “kapitalizmin sonu” gerçekliğini gözlem alanı içine aldım. Vardığım sonuç, bireylerin içselliklerinde gözlemlenen antropolojik çözülmenin nedeni “kapitalizmin krizi” değil ama “kapitalizmin çöküşü” veya kapitalist sistemin bir “kara deliğe” dönüşerek kendi üzerine çökmesiydi. Çöküşün nedeni ise bir buçuk asır kadar önce Marx’ın öngördüğü gibiydi: Tarihsel sonuna erişmiş kapitalizm, kendi ülkesinde toplumsallaşarak, yani üretim sürecine katılarak kendi kendisini var etme imkânını kaybetmişti. Buna bağlı olarak kapitalizm –yeterli temerküze ulaşamadığı için- kendi kendisini var edemediğinden –ve o oranda- insanın toplumsallığını da gün be gün ortadan kaldırmaktaydı.

2018’den beri yayınladığım beş çalışma bu olguyu çeşitli varlık alanlarında kendisini nasıl ortaya koyduğunu araştırmaya dayanmaktadır. Açıktır ki, benim “çöküş” tanımım, örneğin bu alanda birçok olgu ve görüş ileri süren ve “antropolojik değişimden” söz eden Emmanuel Todd’un tanımından temelli bir şekilde ayrılmaktadır. Zira ben “kapitalist üretim biçiminden” ve “kapitalizmin çöküşünden” bahsederken, Todd “kapitalizm” deyimi yerine “ekonomizm” tabirini kullanmakla yetinmekte, böylece “çöküşü”, yine çöküşe götüren nedene dayanarak halletmeyi önermektedir.

KAPİTALİZMİN İKTİDAR BİÇİMİ: LİBERAL FAŞİZM

Bu arada, sorunuzun diğer bölümüne yani “liberal faşizm” kavramına da açıklık getirmemiz gerekmektedir… Bence en genel tanımıyla, liberal faşizm kavramının kendisine karşı gelen olguyu şu şekilde ifade etmek mümkün: Liberal faşizm, birkaç on yıldır “çöküş” haline geçerek “kara deliğe” dönüşmüş olan kapitalist sistemin iktidar olma biçimidir. Johann Chapoutot, kendisini “neoliberal” ideolojiyle donatmış olan kapitalist sistemin siyasi olarak var olma biçimini, Fransa somutunda ve ABD gibi diğer bazı Batılı ülkelerdeki pratiklerinden çıkarak “illiberal” (liberal olmayan) ve “faşist-kapitalist” olarak veya “faşizan bir karakter taşıyan”  (2016’dan beri) iktidar olma biçimi olarak nitelemekte. Emmanuel Todd, özellikle de ABD’deki sistemi ölümcül derecede “nihilist” olarak nitelemiş olsa da, “siyasi iktidar” konusunda konuya başka açılardan yaklaşıyor. Chapoutot ile aynı kuşaktan ve neoliberal dönemde siyasal pratik konusunda oldukça gözlem yapan genç bir filozof olan Barbara Stiegler de son dönem Batı demokrasileri konusunda oldukça kritik ve yeni perspektifler açan çalışmalar yapmaktadır.

Benim bakış açım doğrudan “kapitalizmin çöküşü” olayını irdelerken getirdiğim tanımlama ile doğal olarak birbirlerine bağlanmaktadır. “Kapitalist sistemin” kendi üzerine çökerek “çözülmesi” olayının karakteristiği “sistem” ile insan toplumu arasındaki diyalektik bağların ortadan kalkması ve ortaya çıkan ve hızla kendini -buna bağlı olarak- hissettiren toplumsallık yokluğu veya toplumsallaşma aciliyeti olarak belirlenmektedir. Ben bu olayı, saha araştırmalarımın verilerine dayanarak bir “aşırı bireycilik”ten (neoliberalizm) doğan acil ve bir o kadar “aşırı” toplumsallaşma talebinde ifadesini bulan, bireyleşme ve toplumsallaşma süreçlerindeki “ayrışma” olarak da tanımlamaktayım. Bireyleşme ve toplumsallaşma süreçlerinin birlikte “insanlaşma” sürecini oluşturduğu göz önüne alındığında, bu iki sürecin ayrışması, aynı zamanda kapitalizmin kendi tarihsel sonuna bütün insanlığı da sürüklediği gerçeğini somut bir olgu olarak karşımıza çıkarmış olmaktadır.

“Çöküş” olayıyla kendisini hissettiren “toplumsallaşma” yokluğu, bireyin topluma katılımının yokluğu yani demokrasi yokluğu anlamına gelmektedir. Burada söz konusu olan, Pericles’in oyunun da diğere Atinalı vatandaşlarla eşit sayıldığı ve iki asır kadar süren (B. Stigler) gerçek Antik Yunan demokrasisi (doğrudan demokrasi) yokluğudur. Dahası, devrim ateşiyle tavlanan Büyük Fransız Devrimi’nde yaşanan bir-iki yıllık demokrasi, şanlı Paris Komünü’nün bahşettiği ve dumanı hala Montmartre sırtlarında tüten demokrasinin yokluğudur. Belki de en vahimi olan, en adisinden ve vatandaşlara yıllarca “gerçek demokrasi” olarak yutturulan bildiğimiz “temsili burjuva demokrasisinin” bile yokluğudur… Bugün söz konusu olan, insansız bir demokrasi tasarımı yanı liberal faşizmdir. Bizim 1990’lardan beri gündemde tuttuğumuz bu mutlak demokrasi yokluğu meselesi, neoliberal ideolojiyle harmanlandığında “biyolojik” ve yönetimsel teknikler de katıldığında (Chapoutot) dört başı mamur “faşist” bir rejim ortaya çıkmaktadır.

Şüphesiz, “liberal faşizm” konusunda söyleyecek daha fazla şey bulunmaktadır. Nitekim bu kavramın tanımlamalarına yazı ve kitap çalışmalarımızda tekrar tekrar geldik ve geleceğiz. Son olarak şunu söyleyebiliriz ki, “çöküş” ve liberal faşizmin işlevlerinden bir diğeri –ve belki de en vahimi- “sol” diye adlandırdığımız gruplaşmaya bütün orijinalliğini ve hatta bütün devrimci ruhunu kaybettirmiş olmasıdır. Böylesi bir “sol”, “kendiliğinden materyalist” bilim adamlarının bile gerisine düşmüş, böylece bütün entelektüel yaratıcılığını da kaybetmiş bulunmakta, bir yandan bize hâlâ “Lyssenko olayı” hikâyeleri düzerken, diğer yandan olayın benzerlerinin yaşandığı günümüzde toplumsal olaylara ancak bön bön bakmakla yetinmektedir. Durumun en güzel örneği şudur: “Sol”, siyaseti bütün yerkürede yönlendiren bu iki temel olgu konusunda genellikle bir “ölüm sessizliğine” bürünerek, 80’lerden beri önlerine atılan kırıntılarla yetinmeye devam etmektedir…

TARİH BİLİMİNİN TANIMLANMASI: İNSAN DAVRANIŞLARI

– Johann Chapoutot, Türkçede galiba pek yoktu… Şimdilerde çevrilmiş görünüyor. Almancada ise gerçi iki kitabı basılmış, ama pek bir tartışma yarattığı söylenemez. Kimdir, neler söylüyor ve ne yapmak istiyor? Siz onun son çıkışlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

MAHİR KONUK – Johann Chapoutot, Fransa’da izlemeye aldığım genç bilim insanları arasında, filozof Barbara Stiegler gibi en dikkate değer olanlardan birisidir ve her geçen gün yenilerini de keşfetmeye başladım. Fransa’da, birçok diğer ülkede olduğu gibi, bilim dünyası Marksizm’e karşı yürütülen amansız ve haince saldırılardan sonra 1980’lerden itibaren çölleşmeye başlamış, 2000’lerden itibaren de oluşturulan bu bozkırda yeni ve taptaze çiçekler açmaya başlamıştı.

Ben bu çölleşmeyi düzenli bir şekilde müdavimi olduğum Paris’in belli başlı kitabevlerinin sergilerinde gözlemlemeye başladım, öncelikle: Birinci etapta “Marksist literatüre” ayrılan raflar azalarak birkaç yıl içinde tamamen kayboldu. İkinci aşamada ise bu boşalan raflar “Kişisel gelişim”, “Coaching”, “iletişim ve marketing teknikleri” kitaplarıyla dolduruldu. Nihayetinde ise beyinleri samanla doldurur gibi dolduran bu tür neşriyat, sistemin hoş görebildiği diğer “klasik eserlere” ayrılan rafları da “Ermeni’yi vermeyecektik” dedirtircesine istila etmeye başladı…

“Bozkırdaki çekirdekleri” ise ben daha çiçek dahi açmamışken 1995’lerden itibaren gerçekleştirdiğim mülakatlar üzerinden gözlemleyebildim. Şahitliğine başvurduğum ve Chapoutot ile aynı kuşaktan olan, yükseköğrenim görmüş gençler, iki ayrı ülkede (Fransa ve Türkiye) toplumsallaşma şansına sahip olmuş kız ve erkeklerden oluşmaktaydı. Onların arasından bir kısmı, kafalarını yüksek dozda neoliberal ideoloji yüklü neşriyattan beslenerek “manager” veya “CEO” olmaya özenir ve geleceğini çeşitli biçimler altında kapitalist sisteme teslim ederken, bir diğer kesim ise bilimle uğraşmak gibi bir çabayı kendilerine gelecek için bir “model” olarak görmekteydi. Birinci kategoride kümelenen gençlerin davranışları aileleri ile “kapitalist sistem” arasında belirlenirken, ikinci kategoride kümelenen gençlerin davranışları “okul” ile “evrensel değerler” arasındaki gidip gelmeler kapsamında şekillenmiştir.

1978 doğumlu ve Sorbonne Üniversitesi’nde “Yakın Çağ Almanyası” profesörü olan Johann Chapoutot, işte bu aynı gençlik kuşağının ikinci kategorisinde toplumsal kimlik sahibi olmuş birisi konumundadır. Bu yüzden, otantik bir bilim adamı tavrı sergileyerek, hem sürekli olarak olgulara yakın düşünebilmekte ve hem de onları değerlendirirken aynı zamanda evrensellik taşıyıcısı olduklarını göz önünde bulundurmaktadır. Bunun en somut örneği, kendi disiplini olan “Tarih Bilimi”ne verdiği tanımdır. Özetle, bu konuda şunları söylemektedir: “Tarih, geçmişteki olayları inceleyen bir bilim olmaktan çok, zaman içindeki insan davranışlarını kendisine araştırma konusu olarak alır.”

Söyleşilerinde düşünsel kaynaklarının Nietzsche’nin yanında (bireyleşme) Marx ve Engels (toplumsallaşma) olduğunu tespit edebilmekteyiz. Ama yine de bu iki ekolün savunucusu olmaktan uzaktır. Bu arada tarihçimiz, kendi bilimsel disiplinini, geçmişte olduğu gibi bireyi belli bir coğrafyaya ve kültürel ve ideolojik yapılanmaya hapseden olaylara indirgemeyi reddederek, evrensel bir açılım ve “gelecek” -yani “oluş” veya değişim- mefhumu içerecek bir zaman-mekân yapılanması olarak görmektedir. Bu da, bizce, onun belli bir kuşağın içindeki yine kendine özgü bir kimliksel yapılanmayı mükemmel bir biçimde temsil ettiğinin göstergesidir.

YAHUDİ DÜŞMANLIĞINDAN ÇOK EMEK VE EMEKÇİ DÜŞMANLIĞI

– Chapoutot nasıl bir refleksle karşılanıyor?

MAHİR KONUK – Chapoutot’nun araştırmaları, nazizm ve nazizmin tarihsel ve toplumsal kökleri, özellikle de günümüzün klasik anlamdaki “burjuva demokrasilerinde” nazizmin yeniden ve tarihsel seyri üzerinden nasıl zuhur ettiği üzerinedir. Bu alanlarda akademik camiada verdiği dersler ve kaleme aldığı kitaplar onu, bir taraftan “antisemit” suçlamalarının hedefi haline getirirken, diğer taraftan ise çeşitli faşist örgütlemelerden ölüm tehditleri almasına neden olmaktadır.

“Antisemitizm” ve/veya “tarihsel revizyonizm” suçlaması zaten Yahudi asıllı bilim adamları dahil Fransa’da özellikle de “Nazizm” konusunda bilimsel nesnellik ilkesine sadık kalan bütün bilim adamlarının kaçınılmaz kaderi haline gelmiş durumdadır bugün. Bunun nedeni, nazizm ideoloji ve siyasetinin sadece Yahudi asıllıları hedef alan ve onlara jenosit uygulamak için ısmarlama olarak tasarlanmadığını, zaten bu insanlık dışı hamlenin ancak 1941’de gündeme getirdiğini belirtmesi ve asıl meselenin yaygın bir emek ve emekçi düşmanlığı olduğunu, nitekim biyolojik temelli ırkçılığın “sınıf çelişkilerini” ve dolayısıyla gerçek toplumsal hiyerarşiyi ırklar arası hiyerarşi ve mücadeleye dönüştürerek gözlerden ırak tutmaya çabalayan sermayenin işine yaradığını belirtmesinden dolayıdır.

Mussolini’nin “devletçi faşizmine” karşın, Hitler’in devlet düşmanı ama ırkçı bir temele sahip toplumsallaşma modeli belli farklılıklar göstermektedir.

Bana göre, “Öjenist” ve sosyal Darwinizme bulanmış nazizm ideolojisi üzerinden 1920-30’ların faşist rejimleri, günümüzün liberal faşizm olgusu ile çok daha derin bir akrabalık kurabilmektedir. Chapoutot’ya göre nazizm ve ırkçı toplumsallaşma modeli, 1920-30’lardan itibaren Almanya’nın bir iç meselesi olmaktan çıkmış ve özellikle de geçmişin “sosyalizan” grupları tarafından “satın alınmış” bir ideolojidir. Tarihçimizi geçmişin bu sosyalizan ırkçı gruplarının uzantılarının “ölüm tehditlerinden” korumak üzere Sorbonne yöneticisi, idari koruma tedbirlerini hayata geçirmiş bulunmaktadır.

MANAGEMENT VE LİBERAL FAŞİZM

Nazizmin Hitler döneminden miras kalan ve bence bugün artık liberal faşizmin de bir klasiği haline geldiğini rahatlıkla söyleyebileceğimiz siyasi ve toplumsal sevk ve idare biçimidir: Management. Bu yönetim biçiminin nasıl bir şey olduğunu, hem emek sömürüsünde sermayenin en keskin kılıçlarından birisi ve hem de sömürüyle mücadelede karşısındakini nasıl etkisizleştirebildiğini ben ilk önce 1990’ların başlarında “iş sosyolojisi” kapsamında Paris 7. Üniversitesi’nde “Klinik sosyoloji” akımının dünyadaki temsilcisi olan Vincent de Gaulejac’ın derslerinde öğrenmeye başlamıştım.

Bu yönetim biçiminin en temel özelliği, naziler tarafından kabullenilip daha da geliştirilmiş olmalarına rağmen, varılması gereken ekonomik, siyasi ve hatta “bilimsel” hedefleri belirleyen “merkezi” yönetimin onları gerçekleştirirken yürütülen “işlevsel faaliyet” alanında inisiyatifi çalışanlara yüklemesiyle belirlenir. Böylece, “managerial” yönetim biçiminin doğal bir sonucu olarak, başarı her durumda hedefi belirleyenlerin hanesine, başarısızlık ise doğrudan kendisine “inisiyatif sende” denilerek ahmaklaştırılan çalışanların hanesine yazılacaktır. Olup biteni toplumsal sınıf ölçeğinde ele alırsak, sermayedarlar her durumda kendi yarattıkları felaketlerin ve yok edişin hem düşünsel ve hem de siyasal planda biricik sorumlusudurlar. Buna rağmen, ortaya çıkan yıkımların sorumluluğunu olayın her durumda biricik mağduru konumundaki emek dünyasının bireylerine havale etmektedirler…

Tarihçimiz, hem Fransa’da ve hem de Türkiye’de 1980’lerden yani neoliberalizmin belirgin hale gelmesiyle birlikte sermayenin yaygın bir biçimde kucak açtığı “managerial yönetim” anlayışının Büyük Fransız devrimine dayandığını, Almanların bu tür bir yönetim biçimiyle kendilerini defalarca mağlup eden Napolyon’un ordularını sevk ve idare ediş tarzıyla tanıştıklarını belirtmektedir. Nitekim aynı biçimi sahiplenen Alman ordusu, 1871’e kadar olan bütün savaşlarda Fransız ordusunu yenmiştir. Managerial yönetim anlayışının aynı zamanda “devletçi” olan İtalyan faşizmine karşın, “toplumsallaşmacı” olan “nazizm”in varoluş biçimine son derece uygun olduğu konusu da kendiliğinden tarihi köklerine kavuşmuş olacaktır.

Chapoutot, “Libres d’Obeir” (2020) adlı çalışmasında nazilerin managerial teori ve pratiğinin günümüzün “liberal faşizm” olgusuna nasıl bağlandığıyla ilgili çok değerli şeyler de öğretmektedir. Onun bu kitabı Türkçeye “İtaat Serbest” (2023) adıyla kazandırılmıştır. O, bu ideolojik transferin, bir SS generali olan Reinhard Höhn’ün savaş sonrası açtığı ve sermayenin desteğini de fazlasıyla alan “Yüksek Ticaret Okulu” ile başladığını ve küresel çapta sermayenin desteğini de alarak yaygınlaştığını belirtmektedir. Bu açılıştan hemen sonra, Nürnberg Mahkemesi suçlularının bir bölüğünün de affedilerek nazi generalinin okullarında formatör haline getirilerek kapitalist sistemin neferi haline getirildiğini belirtmektedir.

Bana göre, “managerial yönetim” biçimi, günümüzde “liberal faşizm” biçiminde var olduğu haliyle, tarihi sonuna erişmiş kapitalist sistemin bütün insanlığı yine insanlar eliyle nasıl yok edildiğinin teori ve pratiğini içermektedir. Bu konu, başka bilimsel alanlara da taşan bir araştırma konusu olduğunda ayrıca etraflı bir biçimde ele alınacaktır. Ama acilen bütün insanlığı hedef alan bir yok ediş-yok oluş çabası olarak, hem Fransa ve hem de Türkiye toplumlarındaki neoliberal ideolojinin iktidar olma biçimini belirler durumdadır. Fransa’daki yönetimin başı olan Macron “start-up nation” (“Kapkaççılar Ulusu” olarak tercüme etmek yerinde olacaktır) tanımladığı Fransız toplumunu, seçilmişlerden değil ama emre amade atanmışların oluşturduğu, hem Chapoutot’ya ve hem de Todd’a göre bir “cahiller ve kabiliyetsizler topluluğu” tarafından yönetmektedir. Türkiye’deki durumu takdir etmek için yönetici güruhun “seçilmiş” olmasının bile yasaklanmış olduğunu hatırlatmak sanırım yeterli olacaktır.

LİBERAL FAŞİZM: NASIL BİR TARTIŞMA?

– Geçen yüzyılın ilk yarısında, özellikle 20’ler ve 30’larda bir dönem faşizmle sosyal demokrasinin (liberallerin de diyebiliriz) ikiz kardeşler olduğu çok söylendi, çok eleştirildi. Bugün liberalizmin faşizm olarak algılanabileceği zamanlardayız. Yani gerçekten de liberalizmin faşizme dönüştüğü, belki başından itibaren bu geni taşıdığı tezlerine hak verdirecek bir yıkımdan geçiyoruz. Sizin vurgularınız da bu doğrultuda… Bu arayışın ve kavramlaştırmanın, yani liberalizmin sonuçta bir tür faşizm olduğu ve kapitalizmi ayakta tutacak karşıdevrimci bir şiddet, hatta bir “entelektüel şiddet” olduğu tezi reddedilemiyor. Fransızcada da tartışılan bu yaklaşımları nasıl görmek gerekir? Neler oluyor?

MAHİR KONUK – Çok önemli bir soru sordunuz; demin kısmen cevapladım ama cevabın biraz daha derinleşmesi yerinde olacaktır. Birinci Dünya Savaşı sonrası, bütünüyle sınıf işbirliğine dayalı, özetle emek dünyası için çıkış yolu olarak sermayenin alabildiğine “toplumsallaşmasını” ve yönetimin yani “burjuva demokrasisinin” daha da “demokratikleştirilerek” çok merkezli hale getirilmesini öngören iktidarların, siyasi hayatın özellikle de “sol kanadının” ağırlık merkezini oluşturduğuna şahit olduk.

Böylece, ufak tefek kırıntılar karşılığında, “çalışan” ve dolayısıyla kapitalist sistemde sermayenin “mağduru” konumunda olanlar, “kapitalist sistemin” sürdürülmesinde sorumluluk altına alınmış da oldu. Ama bu tür “sol” yaklaşımın başlangıcı, 1920-30’lardan da daha geride, 2. Enternasyonal’in komünistlere karşı ileri sürdüğü yörüngenin anafikrinde saklı değil miydi? O halde, Chapoutot’nun yerinde bir biçimde nazizm ile kurduğu akrabalık ilişkisi de o tarihlere götürülebilecektir.

Nazizmin bir “antisemitizm” olmaya indirgenmesiyle, yani itina ve eşi görülmemiş bir perversiyonla görünmez kılınması, aslında bu “işbirlikçi sol” akımların siyasi ve ideolojik misyonuna eklenmiş durumdadır. Nazizmi itinayla sakınan neoliberal güruh, sadece Stalin döneminde olup bitenlerden yola çıkarak -her nedense- her türlü faşist ideoloji ile proletarya diktatörlüğünü eşleştirmeye çabalamaktadır. Gerçekte bu tavır da, tıpkı birincisi gibi indirgemecidir ve kesinlikle olup biteni anlamaya, “kötülük” olarak ilan edilen şeyle tutarlı bir mücadele yürütmeye karşı bir sapmaya (perversiyon) karşı gelir. 

Liberalizm ve neoliberalizm ayrımına ben “Yol Ayrımı” kitabımda (2024) kısmen de olsa değindim: Bütün mesele kapitalizmin, yani sonsuza kadar sürecek bir sermaye temerküzü sağlamak gibi bir faaliyetle kendisini zaman ve mekân içinde sürekli bir biçimde yenileyerek şimdilere kadar gelen bir “üretim biçimi”nin tarihsel sonunun neresinde olup olmadığında düğümleniyor.

Bunu açığa çıkarmak için elde olan somut verileri iki şekilde sorgulamak yeterli olacaktır: 1- Günümüzde sermayenin toplumsallaşmasının durumu (üretim) hangi şartlarda ve nasıl gerçekleştirilmektedir? 2- Sermayenin temerküzünü sağlayan faaliyet biçimleri nelerdir ve nasıl ve hangi yolla gerçekleştirilmektedir?

Chapoutot’nun ABD kapitalizminden ve neoliberalizminden bahsederken neden alelacele “kapitalist-faşist” terimini kullandığını, ekonomik gerekçeleri ile en iyi şekilde Emmanuel Todd’un ABD ekonomisiyle ilgili olarak ileri sürdüğü tezlerde neden ve niçinleriyle bulmak mümkün. Her ne kadar Todd “faşizm” terimini kullanmaktan itina ile kaçıyor olsa da. Bence, Todd’a göre “Batı’nın çöküşü” kapitalizmin bir üretim biçimi olarak çöküşü olmasa da ABD kapitalizminin çöküşü olmaktadır. O halde verdiğimiz tanımlara ek olarak klasik anlamda “liberalizmin” toplumsallaşmayı “sermaye yatırımını” yedeğine alan kapitalizmin gençlik döneminin ideolojisi olmasına karşın, neoliberalizm ve liberal faşizmin aynı kapitalizmin ancak “ölümü” veya “yok oluş-yok edişi” toplumsallaştırmaktan ve daha önce yaratılan değerlere, diğer bir ifadeyle “kazanılmış haklara” el koyarak ancak temerküz sağlayan kapitalizmin ideolojisi olmaktadır.

İçinde bulunduğumuz durumu bir iki cümleyle özetlemenin mümkün olduğu kanısındayım: Kapitalist sistem artık günümüz şartlarında emek sömürüsüyle yetinemeyecek kadar vahşileşmiş durumda. Gerçekte onun bu durumu bütünüyle kendi 500 yıllık ömründe en zayıf anlarını yaşadığı, bir yıl daha ömür sürmek için bütün dünyayı ateşe vermekten çekinmeyecek bir evreden geçmekte. Bunun için, bırakalım açlık ve sefaleti yaygınlaştırarak baskıları arttırmayı, insanlardan kendi özgün varlıkları dahil her şeyi talep edecek kadar canavarlaşmış durumda. Toplumsallaşmanın ve insanlaşmanın başlıca özneleri olarak hâlâ büyük oranda sessiz kalıp “demokrasi dilenmeye” çalışan entelektüel çevreler, ölüm sessizliğini korumaya devam ediyor. Buna karşın geniş emekçi halk kitleleri “Biz de her şeyinizi istiyoruz” anlamına gelen “doğrudan demokrasi” taleplerini ileri sürerek, karşı saldırılar düzenlemekte. Fransa’da Sarı Yelek isyanında olduğu gibi

Evet, sınıflar savaşındaki bu “son kavga” için kılıçlar karşılıklı olarak bilenmeye devam ediyor…

GÖRSEL: www.commons.wikimedia.org / Toufik-de-Planoise